Varlık Yayınevi
 
   
 
 
   
Anasayfa Tarihçe Varlık Dergisi Kitaplar İletişim Yardım
Yaşar Nabi Nayır
Varlık Ne İçin Çıkıyor
Varlık İçin Ne Dediler
Künye
Varlık'ta Bu ay
Varlık Dergisi İçeriği
Abonelik
Yaşar Nabi Nayır Ödülleri
Varlık Dergisi 'eurozine' üyesidir

KASIM 2020

Çizgiyorum – Özge Ekmekçioğlu Sayfa:2
Sanat Eleştirisinin Arkeolojisi – Barış Acar Sayfa:4
Temsil ilişkisinin bir sorun olarak belirişi, yani estetik teorilerinin şafağı, aynı zamanda ilişkisizliğin bir ilişkilendirilme tarzı olarak bilgi probleminin temelinde yatan daha büyük bir soruyu da yeniden günyüzüne çıkartmıştır. Söylediğimiz asla gördüğümüz değildir ve gördüğümüz ancak semiyotik ağın dahil olduğu bir söylenebilirlik rejimi içinde bilgiye dönüştürülür.
Post-Eleştiri Çağında Karamsarlık – Pelin Kıvrak Sayfa:10
Akademik eleştiriyi yayıncılık endüstrisi ve ana akım medyadaki kültürel ve edebî eleştirilerden ayıran en önemli özellik hem okuru hem de eleştirmeni sonuçsuzluğa götüren şüphecilik döngüsüdür. Bir sonucun, süreci ele geçiren şüphenin şiddetiyle bağıntılı olarak değişebilmesi, ancak normların hüküm sürdüğü bireysel ve toplumsal düşünce rejimleri dahilinde gerçekleşebilir. Kaidelerin ve değer ölçülerinin sürekli yeniden tanımlandığı çağdaş, neoliberal ve post-normatif bir dünyada yorumbilim sınırları içinde seyreden bir edebî eleştirinin taşları yerinden oynatabilme ya da derinlikli söylem üretebilme gücü zayıflar. İşte bu sebeple posteleştiri çağına geçilmeli ve eleştirinin görüngüsel ya da metodolojik eksiklerinden ziyade çağımızın sosyopolitik devinimleri için yetersiz kalışından dem vurulmalıdır.
Eleştirinin Geçerli Geçersizliği – Bâki Ayhan T. Sayfa:14
Eski zamanlardan başlatılıp günümüze uzatılacak uzunca bir çizgi, sanat yapıtının var olma ve eleştiriyle tanışma süreçlerinin eşzamanlı olmadığını gösteriyor bize. Bu, dış doğada da var olan bir durumla eşgüdümlü düşünmeyi öneriyor: Önce ağaç, sonra meyve, sonra tüketim, ardından lezzet ve elbette o lezzete ilişkin yorumumuz… Bu sonuncusu, insanın yarattığı kültür söz konusu olduğunda, doğadan bağımsız, doğaya rağmen ve modern bir tutumdur; eleştirinin modern bir bakış açısıyla oluşmaya başlamasının nedeni budur. Geleneksel toplumlarda, mutlakıyet yönetimlerinde eleştirinin, eleştirel bakışın gelişememesinin nedeni modern hayatın verimlerinden uzağa düşmek, moderni iteleyip ötelemek, “birey” olmayı kabullenmemektir. İlk modern insan, ilk eleştiren insandır.
Yüksek Bağlamda Eleştirmenlik (Mümkün mü?) – Gülüş G. Türkmen Sayfa:18
Yüksek bağlamlı iletişim ekosistemimiz ve örgütçü kültürümüz, bireyci toplumların eleştiri kültürüyle ters düşer. Düşük bağlamlı toplumlarda gözlemlediğimiz türden bir eleştirmen yetiştirmemiz, yetiştirip de yaşatmamız kolay bir iş gibi görünmüyor. Umut vaat eden tek tük isimler kültüre eklenmek, onu dönüştürmek için yeterli olmuyor, çünkü azınlıkta kalan, eninde sonunda sindiriliyor. Bugün itilip kakılan, caydırılan, susturulan eleştirmen adayları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında bir müddet boyunca var edilmiş, sonra yine sessizliğe mahkûm olmuş görünüyorlar.
Türk Sinemasının 106. Yılında Safa Önal ile Söyleşi – Burak Süme Sayfa:21
1914 tarihli Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı filmini başlangıç noktası olarak kabul edersek Türk sineması 106. yılını kutluyor. Özellikle 1950’li yıllarının başında büyük bir reform yaşayan sinemamız, kendisine özgü bir üslup kurmuştur. “Sinemacılar Dönemi” olarak adlandırılan bu dönemin en önemli tanıklarından biri ise senarist, yapımcı ve rejisör kimliğiyle tanıdığımız Safa Önal’dır. 1953 yılında Kanlı Para ile sinemaya adım atmış, Yeşilçam Dönemi sinemasındaki büyüleyici etkisiyle bugünün özgün sinemasına da katkıda bulunmuştur. Filme çekilen 395 senaryosuyla bir dünya rekorunun sahibi olan Önal için Peyami Safa, “Sinemanın kazancı ama edebiyat dünyasının kaybıdır,” demiştir. Bir de “Kitapsız ilim, Safa’sız film olmaz!” tanımlaması yapılır. Biz de bu sayı için kendisiyle buluşup, Türk sinemasının bilinmeyenlerini sinema ve edebiyat ilişkisi üzerinden değerlendirdik.
Faruk Duman’ın “Sus Barbatus”u Üzerine – Erendiz Atasü Sayfa:30
Sus Barbatus’un ruhu, romandaki mekânları belirsizleştiren biçem tutumu ile, halk hikâyelerinin söylemiyle ve yazarın kurduğu dille bütünleşip içindeki ışığı usul usul sızdıran bir fanus gibi, örttüğü yakıcı gerçekliği ele veren masalsı bir atmosfer yaratıyor. Böylece roman, anlattığı ıstırabı dengeliyor. Yitimlere rağmen süren olguları anımsatıyor, masallar gibi, halk hikâyeleri gibi, halkın kendisi gibi.
Soğuk ve Abbas Sayar – Sina Akyol Sayfa:35
Yılkı Atı (1970), Çölo (1972), Can Şenliği (1974)… Bu üç muhteşem eserin yazarıyla, koskoca Abbas Sayar’la tanışacağım için son derecede heyecanlıydım. Herhangi bir yardım istemeyecektim kendisinden, Fahrünisa Hanım’ın notunu da vermeyecektim, sadece selamını iletecektim, çünkü Yozgat’tan ayrılıp Ankara’ya dönmeye karar vermiştim. Öyleyse ne söyleyecektim ustaya, bilemiyordum. Yoksa bu bilememe hali miydi, heyecanımı daha da artıran?
Beklentilerin Uzağında, Şiirin Merkezinde: Louise Glück – Gökçenur Ç. Sayfa:38
Glück, ilk kitaplarında, başarısız aşk ilişkileri, aile içi çatışmalar ve varoluşsal umarsızlığın sonuçlarıyla boğuşan personalara yer verir. 1968’de yayımlanan ilk şiir kitabı İlk Çocuk ( Firstborn), teknik kontrolü yüksek, soğuk ve yalıtılmış anlatımcı şiirleri bir araya getiriyordu. Şairin anlatıyı adeta şifrelediği şiirleri okuru metne katılmaya davet ediyordu. Glück okurdan anlatıdaki boşlukları doldurmasını, hayali kişiler yerine kendini koymasını ve o dizelerin içinde geçeceği bir senaryo oluşturmasını beklemektedir. Glück’ün şiirinin gücü bir ilgi nesnesi olarak Ben’in lirizminden uzaklaşması ve öznel malzemelere ısrarla bir tarafsızlık disiplini uygulamasından gelir.
Şiirler (Türkçesi: Gökçenur Ç.) – Louise Glück Sayfa:40
Edebiyat Gerçekten Kötü Bir Şaka mı? – Raşel Rakella Asal Sayfa:42
Spinoza bir erdemi arzuladığımızda dikkatimizi ona bağlamamızı tembihlemişti, böylece onu elde etme yoluna girebilirdik. Sartre da Edebiyat Nedir? adlı uzun denemesinde edebiyat ile ‘bağlanma’ arasındaki ilişkiye önemle dikkat çeker. Kafka, Fernando Pessoa ve Italo Svevo yaşamları boyunca edebiyata bağlanmış kişilerdi. Neredeyse delilik sınırına varan bir ısrarla, kılı kırk yaran bir titizlikle, insanın olanaklarının sınırsızlığını kanıtlarcasına yaşamlarını edebiyata adamışlardı. İnsan olarak tek kaygıları, yazarak kendilerini var etmekti. Onların trajedileri, düşlerinin gerçekleştiğini görememiş olmalarıdır.
Ffedaa (Öykü) – Gökhan Yılmaz Sayfa:46
Kayboluş Akşamları (Şiir) – Harun Atak Sayfa:47
Can Eğrisi (Şiir) – Serap Aslı Araklı Sayfa:51
Deneysel Müzik: Başar Ünder ile Söyleşi – Müge Turan Sayfa:52
Ritim fikrinden bağımsız olarak hem müziğin bir zaman tasarımı olması, hem de zamanın ses izlerinden oluşan saf bir müzik olması beni heyecanlandırıyor.
Wilbert Cornelissen ve Dünyayla Dans Etmenin Şiiri – Haydar Ergülen Sayfa:57
Wilbert sonuna dek sokağa çıktı, dans etti, sevişti, şiir yazdı. Kendini, gövdesini, elini dünyadan hiç çekmedi. Gözü arkada kalmadı ya da gözü dünyada kalmadı demek kolay, ama gözünü beslediği gibi gönlünü de gövdesini de beslemeyi erkenden öğrenmiş biri olarak Wilbert için bunu söylemek de o kadar zor olmasa gerek. Ruhu zaten buralıydı, belki ondan da önce gelmişti, şimdi de burada. Umarım bu yazıya da uğrar. Hatta şöyle bir istihzayla güler geçer!
Şiirden ‘Hareket’le Wilbert Cornelissen – Marjan Broers Sayfa:58
Wilbert Cornelissen, ilk felsefe kitaplarını, komşularının serasında çalışarak kazandığı parayla henüz 13 yaşındayken satın aldı. Nietzsche’nin eserleriydi bunlar, hayatı boyunca da ona ilham veren bu tutkulu âlimin düşüncelerini adeta yalayıp yuttu. Ortaokuldan sonra, ergen ruhunun arayışları onu ideallerin, akıl çelen maddelerin, romantik özlemlerin peşinden, taşradan Amsterdam’a sürükledi. Yirmili yaşlarının sonu, otuzlarının başında hayatının yolunu çizdi ve kendini tamamen yazıya, şiire ve felsefeye adadı. Yaşam biçimini de buna göre tasarladı: Haftanın iki günü Amsterdam Üniversitesi Arkeolojik Araştırmalar Bölümü’nde, ona antik yerlere çeşitli geziler yapma fırsatı da sağlayan işinde çalışarak ve Amsterdam’ın en başarılı yazarlık okullarından birinde şiir dersleri vererek hayatını kazandı, diğer yandan da kendine yazmak için yeterli zaman ve alan yarattı. Çeşitli dergilerde makaleler yayımladı, pek çok yerde şiir ve edebiyat performansları gerçekleştirdi, 1994 ve 2002’de Hollanda’nın önde gelen yayınevleri tarafından iki şiir kitabı yayımlandı.
Şiirler (Türkçesi: Armağan Ekici) – Wilbert Cornelissen Sayfa:60
Tekerrür (Anlatı ve Desen) – Kader Genç Sayfa:62
Kısa Filmin Uzun Sözü: Ceylan Özgün Özçelik ile Söyleşi – İrem Kargıoğlu Sayfa:64
Üreten kişinin yalnızca estetik kaygılara odaklanması bu ülkede kocaman bir lüks! Sansür, kaynak yetersizliği, sinemacılar arasında ihtiyaç duyulan dayanışmanın olmayışı, sinemada eleştirinin ölümü… Her şey üretimi etkiliyor. Naçizane, en temel sorun hayal gücü… Hayal kurmaktan vazgeçtik sanki. Öykü ve dünya kurarken yeterince cesur olamıyoruz. Yeniyi ya da ayrıksıyı aramaktan korkuyoruz. Biçim denemelerine açık değiliz. Şu çağda, yıl olmuş kaç, taşradaki orta yaş erkeğin varoluş tasalarını kaydeden onlarca film yapılıyor bu ülkede… Dünya dil arayışında alıp başını gitmişken bu kadar zengin bir coğrafyada on yıldır aynı ezber alanlarda sıkışıp kalmak dev bir araştırma konusu…
Alpay Aksayar’da Gerçeküstü Sızıntılar: “Onlar” – Yalın Alpay Sayfa:68
Alpay Aksayar’ın resminde arka plan, bir zamanlar yuva görevindeki mekânın parçalanmasından geriye kalan yıkık duvarlardan ibaret, kimi zaman uzanan yeşil bir ovaya bakan, bazen bir deniz feneri manzaralı, bazen de dağları ardına almış bir kır evi cesedidir. İçinde yaşayanları, dış dünyanın tüm olumsuz etkilerinden yalıtarak, kendi sevgi evreninde sarmalayan yuva ideasının koruyucu duvarları parçalanmıştır, yuva sakinlerinin tepesindeki dam artık yoktur. Harabeye dönmüş duvarlarda hâlâ asılı resimler, çerçeveler, raflardaki heykeller, duvar dibine yerleştirilmiş televizyonlar, yere serilmiş halılar, yanan şömineler, soba boruları, oyuncaklar, örtüsü serili yemek masaları ve yalnızca iskeleti kalmış koltuklar, bu mekânın bir zamanlar yuva olduğunu ihbar etmeyi sürdürse de, geriye kalan, surlarından arınarak yalıtma özelliğini yitirmiş, dışarıyla birleşmiş bir yıkıntıdır. Bir zamanlar korunaklı bu sevgi mekânı şimdi yabancı ve sevgisiz olanın sızmasına açıktır. İşte Aksayar’ın resminin merkezî figürü, korunaksız kalmış yuvaya sızan bu yabancı(lar)dır: “Onlar”.
Melike Öztürk’ün “365 Karış”ı ya da Vazo Günlüğü – Emre Dirim Sayfa:72
Çamurotu atölyesi ve Melike Öztürk susmuyor. Balat uykudayken de çalışıyor o, tarihe vazoların diliyle, şiiriyle, biçimiyle güncel notlar düşüyor, çeviriler yapıyor. Almancadan Türkçeye şiir, anlatı çevirileri Çamurotu’nun yapısına uygun. Çünkü çamurdan biçimlere evrilen çalışmalar da çeviri sayılmaz mı?
Karasakız (Öykü) – Aslı Ilgın Kopuz Sayfa:74
Kar Nakaratı (Şiir) – Emrullah Alp Sayfa:75
Bir Şiir Denemesi (Şiir) – Hüseyin Akcan Sayfa:76
Şiir ve Acı Çekmenin Korkunç Güzelliği (Türkçesi: Gürçim Yılmaz) – Paul-Henri Campbell Sayfa:77
Geçtiğimiz yıllarda edebiyatta tuhaf bir eğilim ortaya çıktı. Şairler olarak hepimiz, acı çekme yarışçısı haline geldik. En acıklı dize ve en üzücü konu için yarışıyoruz. Bu mantığa göre en iyi şair, en çok acı çekendir. Acının olduğu yerde, belli ki, kutsal bir alan var. Böylece şiir okumalarında, hüzün sporcuları olarak adaletsizlik, acı, ayrımcılık, baskı, ırkçılık, cinsiyetçilik veya talihsizlik branşlarında yarışıyoruz. Bu tür şiirleri okuduktan sonra dinleyicilere jilet mi dağıtmalı, ağlamalı mı, emin olamıyoruz. Şiir başlı başına üzücü bir etkinlik halini aldı.
Nesnelerin Dili (Anlatı) – İlyas Tunç Sayfa:80
Salih Bolat’ın Şiir Sanatı Üzerine – Ümit Yıldırım Sayfa:81
Görsel tasarımlar yaratmak ve ‘öz’ü burada sergileme çalışmasıdır Salih Bolat’ın şiiri. O, Oktay Rifat gibi doğadan hareket ederek yine doğaya varmaz ancak doğadan hareket ederek doğanın içindeki ‘gerçeklik’i kurar. Şair, bu tutumuyla adeta bir felsefeci gibi çalışır ama felsefi söylemlere varmaz.
Yeni Şiirler Arasında – Şeref Bilsel Sayfa:85
Şiir bilgisi diye bir şeyden bahsedilebilir, evet. Bu, aynı zamanda insanın kendine başlama bilgisini de içerir. Biz burada şiiri tanımlamıyoruz, şiire giden yolları kendi efkârımızca araştırmayı, geliştirmeyi deniyoruz.
Yeni Öyküler Arasında – Jale Sancak Sayfa:87
Öykü yazarı Fadime Uslu’nun Edebiyat Atölyesi dergisindeki bir yazısından alıntıyla başlayalım: “Kafka, öykünün ilk adımının beklemek olduğunu söyler. Yürüyüşe ya da koşuya çıkmadan önceki hazırlık dönemidir bu. İlk sözcüğün ya da ilk cümlenin belki onun odağında, belki gölgesinde kurulan işaretin başlatacağı yolculuğun beklentisi. Kafka sakinliği önerir. ‘Hiç telaşlanmayacak, sokak sokak ilerleyeceksin’ der. Duyguların kalemi baştan çıkartacak kışkırtıcılığına kapılmamak gerektiğinin altını çizer. Çünkü kontrolsüz bir coşku, yan yana gelmesi düşünülmeyecek sözcükleri bir araya getirip geçimsizlikten kaynaklanan bir gerilimin doğmasına neden olabilir.
Festival (Şiir) – Bilge Miray Aslan Sayfa:88
Küre (Şiir) – Sertaç Çıralı Sayfa:89
Sıkıntı Yok (Öykü) – Alkım Doğan Sayfa:90
Düş Gelimi (Şiir) – Sercan Dinç Sayfa:92
Casey İstasyonu (Şiir) – Hakan Temiz Sayfa:94
Varlık Kitaplığı Sayfa:95
Metin Cengiz ile “Hayat Bir Düş” Üzerine Söyleşi – Atalay Saraç Sayfa:95
Politik bir içerik şiiri ne güçlü kılar ne zayıflatır. Ancak politik niyetle yazılmış şiirler zayıf kalır, günlük olanla ilişkilidir zira. Ama insani bir durumu içeren bir şiir kendiliğinden politik niyetlerle okunabiliyorsa bu farklıdır. Böyle bir şiir yarın farklı bir biçimde okunabilir bir yapıya sahiptir çünkü.
Suzan Nana Tarablus ile “Bir Sabah Galata’da Uyandım” Üzerine Söyleşi – Nermin Ketenci Sayfa:98
Bir Sabah Galata’da Uyandım aslında 20. yüzyılın ilk yarısına ait hayatlar, tanıklıklar, hatıralar… Adı geçenlerden, anılanlardan bazılarının geçmişi ta 19. yüzyıl ortalarına kadar gidebiliyor. Anlatıcıların çoğu Cumhuriyet döneminin ilk yıllarına rastlayan Galata’daki hayatlarından bahsediyor. Bu Osmanlı Yahudilerinin anne-babaları genelde Bulgaristan, Rodos, Selanik, Hanya (Girit), Halep, Bağdat, Larissa (Yunanistan), Kiev (Ukrayna), Kudüs, Kutaisi (Gürcistan) gibi Osmanlı’nın ve diğer komşu ülkelerin topraklarından göç edenlerdi. Bu insanlar İstanbul’da ilk yerleştikleri mahallelerden, ekonominin de atardamarı addedilebilecek Galata’ya gelmiş, uzun süreler boyunca bu bölgenin sağladığı Batılı yaşam tarzı, eğitim, kültür, sanat olanaklarıyla beslenmişler. Yaptığım görüşmelerde, imparatorluk döneminde kalan “azınlık gettoları” şeklindeki yaşamı sürdürmek yerine, Cumhuriyet’e geçiş sürecinde Türk kimliğine eklemlenme çabasını açık seçik olarak görebiliyoruz. Çalışmamın satırlarında da izlenebileceği gibi ailemin büyüğü, Avukat Daniel Behar birçok meslektaşıyla birlikte Türkçülük akımının önde gelenlerindendi. Henüz Cumhuriyet’in ilan edilmediği günlerde, 23 Temmuz 1923 Lozan Anlaşması’nda “Medeni Haklar” kısmını oluşturan 42. maddeye göre, Yahudiler arasında meydana gelebilecek ihtilaflarda Yahudi şeriatının uygulanması öngörülüyordu. Tanıklarımdan Emel (Gabay) Haliyo’nun büyükbabası Avukat Kalef Gabay ile milletvekili olan meslektaşı Avukat Mişon Ventura, 1925 yılında, dönemin ruhani lideri Hahambaşı Haim Becerano’nun desteğiyle Yahudi toplumunun bu haktan feragat etmesine önayak olmuş; böylece Yahudilerin devletin eşit vatandaşı olma arzusuna bir kez daha işaret edilmişti.
“Yakınlık Korkusu” / Neslihan Önderoğlu – Şeref Bilsel Sayfa:100
Neslihan Önderoğlu için son söyleyeceğimiz şeyi başta söyleyelim: Türkçenin anlatım imkânlarını iyi kullanıyor. Yakınlık Korkusu adlı son kitabında, daha önceki öykülerinde olduğu gibi, anlatılanlar bir yere bağlanmıyor; bağlanılacağı yeri okura bırakıyor, ipuçlarını okura…
“Aynada Yürüyen Sesler” / Mehmet Özkan Şüküran – Hüseyin Peker Sayfa:101
Mehmet Özkan Şüküran ‘ben’ çerçevesinde dolaştırdığı dizeleri, her dizesinde farklı yerlere uğratarak, bir gezinti edasında kendine kavuşturmayı deniyor. İlk şiir dosyası Gül Rengini 2016 yılında Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü’ne değer görülmüş ve Varlık Yayınları tarafından kitaplaştırılmıştı. İkinci kitabı Aynada Yürüyen Sesler’de ilk kitabındaki duyguları, imgeleri, daha da açarak ve aşarak, biraz da gizemli, metafizik bir hava içerisinde sunuyor.
“Herkes İyi mi?” / Mehmet Öztek – Orhan Emre Sayfa:102
Ben Google Değilim başta olmak üzere tüm kitaplarında dilin Öztek için açık bir deney sahası olduğunu ama anlamın asla rastlantısallığa terk edilmediğini, lirizmin de toplumculuğun da deneysel bir şekilde kendini gösterdiğini söyleyebiliriz. Anlamı yok saymayı, anlamsızlığı savunmayı kendisi de çelişki olarak görür.
“Ausgang” / Serkan Türk – Nilüfer Altunkaya Sayfa:103
Ausgang bir iç hesaplaşma romanı olarak düşünülebilir. İnsanın kendisiyle olan kavgası bazen gözle görülür bir hal alırken, bazen bu işi tamamen bilinçdışı yüklenir ve biz davranışsal sonuçlarla oyalanırız. Kendimizi anlamak için yüzeyde gözle görülür olandan yola çıkarak dipteki çalkantıların yorumlanmasına muhtaç değil miyiz? İşte romanda yazarın bize usulca fısıldadığı kahramanımızın bu içsel yolculuğunda dipteki akıntının belirlediği durumlar okura monologlarla aktarılıyor.
Can Kantarcı ile “Tepemizdeki Gölge” Üzerine Söyleşi – Nergis Abiyeva Sayfa:104
Tepemizdeki Gölge benim belli bir süredir yazamama ya da yazmama halimin grotesk bir bilimkurgusal kıyma makinesine sokulmasının sonucu. Yazar olacağım diye tutturmuş ama neden yazar olmak istediğini hiç sorgulamamış bu insan (Mehmet M. Kunduracı) başına gelenleri sırf inandırıcı bir kurguyla kendisine sunulduğu için kabullenmesinden dolayı, çok zor bir duruma düşüyor. Kendi yazma sürecine eğilmezken, hayatın ona getirdiklerini sorgulamadan kabul ederken yazamama hali devam ediyor. Ve ancak bu ilgisizliğinin çok vahim bir sonucu karşısına çıktığı zaman kendine ait, orijinal, hakiki bir hikâye anlatmayı becermeye muktedir oluyor.
“Proust Bir Sinirbilimciydi” / Jonah Lehrer – Bülent Avcı Sayfa:107
Lehrer, andığı isimler aracılığıyla insanın sanattan ve bilimden oluştuğunu, ruhun ve maddenin birlikteliğini vurgularken sanatsal ve bilimsel keşif hikâyelerinin nasıl kesişebildiğini gösteriyor. Kısacası çoğul bir varoluştan bahsediyor: “Tıpkı bir sanat eseri gibi malzemelerimizin toplamından daha fazlasıyız. Bilim, gizemi belli bir çerçeve içine oturtmak için sanata ihtiyaç duyar ama her şeyin gizemli kalmaması için sanatın da bilime ihtiyacı vardır. Bu iki gerçeklik de tek başına çözüm olamaz, zira bizim gerçekliğimiz çoğul şekilde var olur.”
“4. Endüstriyel Devrim ve Mimarlık” / Raşit Gökçeli – Hikmet Temel Akarsu Sayfa:108
Kitabına sosyolojik okur-yazarlığı olmayanlar için endüstri devrimlerinin adlandırmalarının neye dayandığını açıklayan kısa bir prologla giriyor Gökçeli. Bilindiği üzere birinci endüstriyel devrim buharlı lokomotifler ve sanayileşme dönemi, ikincisi elektrikli ev aletleri ve otomobillerin dünyayı sararak yeni kentli tüketici sınıfı yaratması, üçüncü endüstri devrimi sayısal-dijital çağla birlikte sermayenin sınırları devirip tüm dünyayı finans kapitalin ayakları altında paspas yapması ve dördüncü endüstriyel devrim ise yapay zekâ ve block-chain ve kripto para teknolojisinin devreye girdiği günümüz.
Şiir Günlüğü – Gültekin Emre Sayfa:109
Anna Ahmatova yaşadığı tüm olumsuzlukları, haksızlıkları, dışlanmaları... şiirleriyle, duruşuyla yenmeyi başaran ender şairlerdendir. İşin içine “kader” falan karıştırmadan Stalin döneminin Sovyetler Birliği halklarına yaşattığı acıları en çok çekenlerden biridir Ahmatova. İyice bunaldığı, bunaltıldığı 1934’te yazdığı “Son Kadeh” şiirinde onurlu yaşamını ve ayakta kalma mücadelesini dile getiriyor: “Yıkılmış yuvama kaldırıyorum kadehimi/ Kin, öfke dolu hayatıma/ Yalnızlığına ikimizin/ Ve sana kaldırıyorum/ Yalanına bana ihanet eden dudaklarının/ Gözlerindeki ölü soğukluğuna/ Hayatın bu kadar acımasız, kaba oluşuna/ Ve kurtarmamasına bizi Tanrının” kadehlerdekiler acıları hafifletir, ama tümden gideremez.
Küresel Haberler – Zeynep Şen Sayfa:111
KASIM 2020 - KİTAP EKİ
Anasayfa   |   Tarihçe   |   Varlık Dergisi   |   Kitaplar   |   İletişim
Copyright © 2017 VARLIK YAYINLARI