|
|
HAZİRAN 2020
|
|
|
Çizgiyorum – Özge Ekmekçioğlu |
Sayfa:2 |
|
|
|
Yeni Bir Başlangıç Mümkün mü? Koronavirüs ile Sınırda Düşünmek |
Sayfa:4 |
Varlık dergisinin Haziran 2020 sayısının dosya konusunu belirlemeye çalışırken başta felaketler sırasında entelektüelin konumunu sorgulamak istiyorduk. Krizler karşısında entelektüel ne diyebilir, onun sözünden nasıl faydalanabiliriz? Ancak yazarlarımızla konuştukça kısa sürede koronavirüs salgının bizi getirdiği sınır durum dosyamızın meselesi olarak öne geçti. Çünkü vardığımız sınır, hayatı kavrayış biçimimizde bir yenilenmeyi şart koşuyor. Elbette geçmişten bağımsız bir yenilenmeden bahsetmiyoruz, hatta içinde bulunduğumuz krizin nedenlerini sürdüregeldiğimiz toplumsal, siyasi vb. yapılarda, düşünme biçimlerinde arıyorsak eğer, geleceğin kapısını açacak anahtarı da geçmişte bulacağız. “Yeni Bir Başlangıç Mümkün mü? Koronavirüs ile Sınırda Düşünmek” başlıklı dosyamızda hepten karamsar yazılar yok, ama çok iyimser olmak için de henüz erken diyoruz ve karşımızdaki engelleri sorguluyoruz.
Dosyamızın “Virüs ve Felsefe” başlıklı ilk yazısında Ferit Güven küresel krizlerin sadece bilimsel bir sorun olarak görülüp bilimsel düşünceyle çözülemeyeceğini, kendimizi kavrama biçimimizin kökten değişmesi gerektiğini ileri sürüyor. Aksi halde bilimsel düşünme ve güç üretme sürecinin karşı karşıya bulunduğumuz sorunlardaki rolünü göz ardı etmiş olacağımızı vurguluyor. İnsan ile ne canlı ne de cansız olan virüs arasında biyolojik ve kavramsal bir paralellik kuruyor. Derrida'nın hayalet kavramını tam da bu noktada devreye sokarak insanın ve virüsün hayaletsi bir varoluşu olduğunu gösteriyor. Virüsün farmakolojik (pharmakon: hem ilaç hem de zehir) olarak yorumlanması gerektiğini, sorunların savaş retoriği (küresel ısınmaya karşı savaş, vb.) ile tanımlanamayacağını savunuyor. Güven’e göre, “Koronavirüsün zaten çok kötü olan etkileri arasında en yıkıcı sonuç her şeyin eski haline dönmesi olacak. Bizi içinde bulunduğumuz zor duruma sokan yapıların ve süreçlerin daha da güçlendiği anlamına gelir çünkü bu.”
Mehmet Özkan Şüküran da “savaş retoriği” konusunda Güven’le aynı fikirde. “Teorik Bahisler Odağında Covid-19” başlıklı yazısında şöyle diyor: “İktidarlar tıpkı bir savaş terminolojisi kullanıyor, cephedekileri de sağlık görevlileri olarak odağa alıyor. Azılı, imha edilmesi gereken düşman olarak virüs, imha yetkisi ve araçları eline verilen asker olarak sağlık çalışanları.” Şüküran, virüsün entelektüel gündemi şekillendirdiğini söylüyor; henüz devam eden, sıcağı sıcağına yapılan yorumların, açılan teorik tartışmaların izdüşümlerini ele alıyor. Zira teorik çerçeveden gelen yorumlar her ne kadar geniş bir alanda dikkat toplamış olsa da, pratikte istihdamı genişleten şirketler var, vardiya usulü ve asgari ücretle çalışan kesim de işlerine aynı şekilde devam ediyor. Bunları göz önüne alarak entelektüel çevreden gelen yorumlar üzerinde duran Şüküran, yazısında ihtiyatlı davranmanın ve negatifliği genişletmenin daha iyi bir zemin sunduğunu ileri sürüyor.
2019 yılının sonunda başlayan ve dünyayı saran Covid-19, biyopolitikadan otokrasiye, tüketim toplumundan insan haklarına yürürlükteki pek çok tartışmayı yeniden canlandırırken ortaya çıkardığı nokta –aslında herkesin önünde dursa da– göz ardı edildi: Uygarlığımız yaşlandı ve artık kendi krizlerine tepki vermesini sağlayan melekelerini yitirmeye başladı. Sadece olumlu anlamda bir tepkiden söz etmiyoruz; örneğin otokrasilerin pandemiyi kendi iktidarlarını sağlamlaştırmak yönünde kullanan kararlar alamayışı da incelenmeye değer. İşte Selçuk Orhan “Yaşlanma Belirtileri” başlıklı yazısında bunları anlatıyor ve pandemi karşısındaki siyasetsizliği uygarlığımızın geri dönüşsüz bir yaşlılık belirtisi olarak ele alıyor. Şöyle diyor Orhan: “COVID-19 pandemisi, karşılaştırıldığı geçmiş salgınların çoğu kadar korkunç değil; çiçek hastalığı daha çok can aldı, çocuk felci çok daha yıkıcıydı, veba salgınlarının nüfusa oranla yarattığı kayıpla COVID-19’un sonuçlarını yarıştırmak haksızlık olur. Hatta belki yaşadığımız salgın İspanyol gribinin bile bir derece altındadır. Ama bu salgın uygarlığımızın hayati bir melekeyi yitirdiğini açığa çıkardı: Ortak bir değer yaratmak.”
Deniz Bağrıaçık “Günahlarından Kaçamayan Keçiler” başlıklı yazısında yaşadığı Paris kentindeki dönüşüm üzerinden meseleye bakıyor. Koronavirüs salgınına gelene kadar nasıl bir süreçten geçtiğimizi, postmodern insanın güvencesiz, yarınsız şekillenen hayatını, küreselleşmenin ve kitle turizminin beraberinde getirdiği kimliksizleşmeyi, yeni standartların oluşmasında sosyal medyanın rolünü sorguluyor. “Covid-19 hepimizin hayatına beklenmedik şekilde girdi, yordu, yok etti, yoksullukları ve eşitsizlikleri artırdı, fakat değişmek, düşünmek için de bir şans verdi. Herkesin doğa, sevdikleri, ilişkileri ve işi hakkında yeniden düşünmesi için bir şans anlamına geliyor bu virüs. Piyasa ekonomisinin görkemli yükselişinden çok önce özümüzde var olan iyiliğe, şefkate, dayanışmaya dönmek ve doğanın aklını yeniden anlayabilmek için eşsiz bir fırsat. Günah keçisi aramamalıyız, eylemlerimizin sorumluluğundan kaçmanın mümkün olmadığını anlamakta fayda var,” diyen Bağrıaçık yazısını bir soruyla bitiriyor: “Bu pandemi, en çok da hayatın her alanında uzun süreli ve etik kararlar vermenin, bu kalabalık nüfus için en doğru yaşam biçimi olduğunu göstermedi mi?”
Aydın Çam, “Sinemasal Çelişkiler Üzerine” başlıklı yazısında, şehirle birlikte modernliğin kahramanı (ve motoru) atfedilen sinemanın çelişik karakterini, salgın günlerinin çelişkili olgu ve durumlarıyla ilişkilendirerek soruşturmaya açıyor. Neredeyse kendiliğinden hâsıl olan, bir refleks gibi sürüp giden devinimin aksaması, pek çok çelişkiyi görünür kılıyor. Kapatılmayla beraber, açıklık duygusu yitiriliyor ama bu duygunun yitimiyle kapalılık da anlamsızlaşıyor. Mekâna mahkûmiyet görünür oluyor. Dışarı çıkmaması gerekenlerle, içeri girmemesi gerekenler bir arada yaşıyor. Geçtiğimiz yüzyılda insanlar, en önemli krizler sırasında dahi sinemaya gitmeye devam ettiler. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sırasında, Büyük Buhran’da ya da Soğuk Savaş yıllarında sinema hep vardı ve insanların ilgisi hep oldu. Bunun en önemli nedeni sinemanın bir kaçış olanağı sunması belki de. Evet, sinemaya ihtiyacımız var ve bu yüzden fizikî temasın asgariye indiği, fizikî mekâna bağlı toplumsallaşmanın askıya alındığı şu günlerde dahi sinema kendisine yeni yollar arıyor. Aydın soruyor: Peki sinema bu krize rağmen yine hayatta kalabilecek mi?
İyi okumalar.
|
|
|
Virüs ve Felsefe – Ferit Güven |
Sayfa:6 |
Virüssel varoluşumuzu bilinç yanında ve ötesinde algılarsak kü- resel problemlerimizi çözüp çözemeyeceğimizi sorgulayabiliriz. Bu varsayım günümüzde kendini makul gören birçok insanı çileden çıkaran bir sorundur: Neden yerküremizi korumuyoruz? Neden mantıklı politik bir sistem kuramıyoruz? Neden sorunlarımızı bilimsel olarak çözemiyoruz? Neden salgın sırasında evde oturmuyoruz? Ne yazık ki insanlar için basit bir şekilde rasyonel olan rasyonel olmayan gibi kesin bir ayrım yapmak çok zor. Belki de birbirimizi böyle karşıtlıklar çerçevesinde karar veren özneler olarak görmekten vazgeçmeliyiz. Gerçek şu ki –tabii bunu herkesin hemen kabul etmesini beklemiyorum– güvendiğimiz rasyonellik, sağduyu (common sense) ve iyilik ihtiyacımız insanlığın içine düştüğü bu krizi oluşturan mekanizmalardır. Küresel ısınmayı bilimsel bir sorun olarak görüp sadece bilimsel bir çözümle yok edilebileceğine inanmak, bu sorunların varoluşunda bilimsel düşünme ve güç üretme sürecinin önemini göz ardı etmektir. Burada önemli bir ikilem var aslında. Nasıl kendi kendimizi yorumlayışımızı değiştirebiliriz? |
|
|
Teorik Bahisler Odağında Covid-19 – Mehmet Özkan Şüküran |
Sayfa:11 |
Bana kalırsa büyük teoriler üretmenin bir anlamı yok. Chomsky’nin işaret ettiği noktaları teorik düzlemde ele aldığımızda çok da tartışmaya açık bir yer olmadığı görülüyor fakat bir kere şunu es geçmenin, uzağında düşünmenin yararı var: Teorik düzlem ve pratik düzlemi ayırt etmenin teorik ve pratik olarak yararlılığı. Kâhince düşünceleri –bakmamız gerekmeyen– bir kenara koyarsak, yönetenlerin ve bilimin önceliğinin çeliştiği bir yerdeyiz. Savaşta aslolan cepheden ödün vermemek. Bu pandemide de yönetimler ekonomiyi ve cepheyi daraltmamayı ön planda tutarken bilimin etik olarak insan yaşamını merkeze aldığını, alması gerektiğini biliyoruz. İyi de hem insan yaşamının önceliği hem de güçlü bir ekonomiden ödün vermemek çok da mümkün görünmüyor. |
|
|
Yaşlanma Belirtileri – Selçuk Orhan |
Sayfa:15 |
Kapitalist temellere dayalı bir demokrasi, değerler ekonomisi yaratmayı başaramıyor; dayanışmayı yaratması ya da yönetmesi imkânsız, sadece korku verebilir. Kapitalist demokrasilerin çoğu nükleer silahlarla yapılacak bir kıyamet savaşına hazırlıklı, ancak hiçbiri gerçek bir pandemi karşısında ne yapacağını planlamamış. Meğer hayırseverlerin ve sivil toplum örgütlerinin çabaları göstermelik bir çözüm için bile yeterli değilmiş. Temel değerlerin yaratılması ya da korunmasının imkânsızlığını baştan kabul etmiş bir dünyada yaşıyoruz; bütün sistem, herkesin birbirini öldürmeye çalışacağı final savaş senaryosuna göre işliyor. Sorun devletlerin tahakkümü artırıp artırmaması değil; elbette en doğru işleyen devlet aygıtı bile tanımı gereği tahakküm yaratır. Ama pandemiyle birlikte şunu gördük: Devlet aygıtı, bir tahakküm yaratma konusunda da yaşlanmış durumda; modern demokrasilerde (ya da demokrasi görünümlü otokrasilerde) iktidar ve iktidara yakın elit giderek büyüyen ve karmaşıklaşan haberleşme şebekesi üstünde kesin kontrole sahip değil. |
|
|
Günahlarından Kaçamayan Keçiler – Deniz Bağrıaçık |
Sayfa:21 |
Covid-19 salgını, metro ile platform arasında düştüğümüz boşluğa benzer. Yeniden altını çizmekte fayda var ki, bu düşüş ne bir ceza, ne de bir uyarı. Bu durumda günah keçisi aramak değil de, Covid-19 salgınını günahlarından kaçamayan biz keçilerin eylemlerinin karşılığı olarak değerlendirmek daha yerinde olacaktır. |
|
|
Sinemasal Çelişkiler Üzerine – Aydın Çam |
Sayfa:25 |
İnsanlar yeniden bir araya gelip toplu olarak film izleyebilecekler mi? Geçmişteki tüm krizleri bir biçimde atlatıp bunu yapmaya devam ettik. İnziva ve yalıtım kadar toplumsallaşmak da hayati bir ihtiyaç. Fizikî sağlık kadar zihinsel sağlığımız da önemli ve toplumsallaşmak, diğer insanlarla iletişime geçmek ve ilişkiye girmek zihinsel sağlığımız için gerekiyor. Sinemaya gitmek bunu sağlıyor aslında: Hem oradayız hem de değiliz. Bir ayağımız sinemasal evrendeyken diğer ayağımız hâlâ bu dünyaya basıyor. |
|
|
Korona Günlerinde... (Şiir) – Sina Akyol |
Sayfa:28 |
|
|
|
Sakat At (Öykü) – Senem Gezeroğlu |
Sayfa:29 |
|
|
|
Koronavirüs “Günlüknâme”si – Emre Dirim |
Sayfa:34 |
Resimlerinde Şahmeran’a, keçiye, turnaya, güvercin, balık, zeytin ağacına ağırlık veren Ataç Elalmış, koronavirüsün hayatımıza girmeye başlamasıyla birlikte 21 Mart’tan itibaren günlük tutmaya başlamış çizimlerinin içinde, buna da Günlüknâme adını vermiş. Bu günlükte güncel vaka sayıları, yani son 24 saatte ölenler, toplam ölüm sayısı, iyileşenler, yoğun bakımda olanlar, hastalığa yakalananlar da günü gününe yer almaya başlamış. Kendi resimlerine çalışırken günlük olayların seyrini de resimlerine işlemiş. |
|
|
Narsistik Boşlukta Bir Sevgili Yaratmak – Ersun Çıplak |
Sayfa:38 |
Kadın cinayetleri artıyor, arttıkça dikkat çekiyor, dikkat çektikçe korkacağı düşünülen kadınlar daha çok ses çıkarıyor. Çıksın tabii. Kadınlar seslerini yükselttikçe kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri geniş bir kesimden tepki görüyor. Çok yaşasın kadınlar. Kadınların medyaya yansıyan tepkileri geniş bir yelpaze oluşturuyor. En uçta “idam isteriz” nidaları yer alıyor ama bu talebin karşılanması hukukçular açısından büyük bir sorun. Zira idamın bir ceza olup olmadığı belli değil. Ayrıca insani bir çözüm de sayılmaz. Buna karşılık akılcı tepkiler daha yoğun. Örneğin hükümetin cinsiyet ayrımcılığına karşı duyarlı olması, kadın haklarını garanti altına alan yasalar çıkarması, kadına yönelik suçların yaptırımlarının caydırıcı hale getirilmesi gibi. Gösterilen tepkilerin ve karşılık bulması istenen taleplerin büyük ölçüde akılcı olması gerçekten sevindirici. Bunun tersi, toplumun çözülmesine neden olabilir. |
|
|
Kadınlar Hakkında Bazı Efkâr (Şiir) – Langalı Fatma |
Sayfa:42 |
|
|
|
Nesnelerin Dili (Anlatı) – İlyas Tunç |
Sayfa:43 |
|
|
|
Hoffman’ın Masal Dünyası – Hülya Soyşekerci |
Sayfa:46 |
Hoffmann’ın masallarını okurken en dikkati çeken özelliğin, metinlerin ruhuna nüfuz etmiş görsel anlatım olduğu söylenebilir. Görsellik aynı zamanda karanlık, gölge, duman, sis, pus, kül, toz, kara kediler, cadı kazanları, cin aynaları, hayaletler, büyücüler, falcılar, yarasalar… gibi öğelerin başarılı kullanımıyla son derecede etkileyici bir fantastik atmosfer oluşturuyor. Bu atmosfere egemen olan başlıca duygu, içten içe insanı ürperten, bilinmezin, anlaşılmayanın, gizemin labirentlerinden yankılanan korku… Yer yer dehşet… Tekinsiz duygular ve arada şok edici şaşkınlık halleri… |
|
|
Gülten Akın Adlı Şiir (Şiir) – Hüseyin Köse |
Sayfa:49 |
|
|
|
Felaket Coğrafyaları ve Karanlık Turizm – Pelin Kıvrak |
Sayfa:50 |
Karanlık turizm konusunda çalışmalar yapan düşünürlere göre kendimizi hem zulmeden hem de zulüm görenin, hem doğaya karşı direnen hem ihmallerinden mütevellit pişmanlık duyanın yerine koyup benzer şartlar altında neler yapabileceğimizi düşünmenin yolu tarihteki felaketleri bugünün şartları altında okumaktan geçiyor. Fakat bu ziyaretlerin tarihsel bağlamdan ve yorumlama beklentisinden kurtarılmış bir gösteri aracına ya da tüketim malına dönüştürülmesi tarihten ders çıkarma melekesini geliştirmek amacıyla bu yerlere seyahat ettiği varsayılan modern bireyin duyarlı dünya vatandaşı kimliği ile çatışmaya giriyor. |
|
|
Dergi Tefrikası 3 – Haydar Ergülen |
Sayfa:54 |
Yoklar Meclisi diyordum eskiden ama, vazgeçtim, Çoklar Meclisi diyeceğim artık, çünkü işte yaşlandım, ötegeçedekilerden hepimizin pek sevgili arkadaşı, dünyaiyisi, komik, ayağınatez, herkesin yardımına koşar…dı canımız Süha Tuğtepe’nin bir şiiri de Şiir Atı’nda yayımlandığı zaman, ‘büyük infial’e yol açmıştı, o şiirden ötürü de epey küfür, hakaret, tehdit almıştık. Allah’tan bunları saklama, biriktirme gibi bir huyumuz yok da, değmeden geçtiii gitti! |
|
|
Koronavirüs Günlerinde “Son Kuşlar”ı Görebilmek: Sait Faik Ne Anlatmak İstemişti? – Bilgin Güngör |
Sayfa:58 |
Ekmeklerini denizden çıkaran yoksul balıkçıların, hayata son âna kadar tutunmaya çalışan “lüzumsuz adam”ların, haksızlığa/kötülüğe karşı herkesi uyandırmak isteyen “Sinagrit Baba”ların yaşadıkları trajedileri onun kadar iyi görebilen ve etkileyici bir şekilde dile getirebilen çok az isim vardır bizde. Hele de ekolojik dengede açılmış olan gediklere ve ilerleyen süreçlerde yaşanabilecek distopik doğa felaketlerine dikkat çekmek hususunda onun gerçekleştirdiği atılımın benzerine Türk edebiyatında rastlamak kolay değildir. “Balıkçının Ölümü” gibi son hikâyelerinden olan “Son Kuşlar”da anlatıcı (ki muhtemelen Sait Faik’i temsil eder), Max Weber’e –ve onun izinden gidenlere– göre ancak “rasyonalite”yle2 açıklanması gereken fakat tarihsel sürecin gösterdiği üzere asıl ağırlık noktası “kâr hırsı” ifadesiyle karşılanabilen kapitalist zihniyetin (ya da Weberci terminolojiye uygun olarak “kapitalist ruh”un3 diyelim) ekolojik dengeyi nasıl tahrip ettiğini “bir ada”da (ki muhtemelen Burgazada’dır) yaşanılanlar üzerinden göstermeye çalışır. İşte yazımızın asıl konusu da bu noktada kilitlenir. “Acaba nerede hata yaptık biz?” diye yoğun bir muhasebeye gark olduğumuz şu koronavirüs günlerinde anlamlı bir hatırlatma yapmak adına “Son Kuşlar”ı ele alacağız. |
|
|
Koli, İspirto ve Kurşun (Şiir) – Şeyda Üzer |
Sayfa:62 |
|
|
|
Behçet Necatigil’in Şiirlerini Yeniden Okurken – Salih Bolat |
Sayfa:63 |
Necatigil’e göre, tehlikeli, yabancı, vahşi ve insanı tanınmaz duruma getiren sokak, adeta lanetlenir. Modern toplumda, kent yaşamında bir “sosyalleşme” biçimi olan toplantılar, örneğin “kokteyl”ler ise bu lanetli bölgenin insanlarının bir araya geldikleri bir yalan dünyadır. Bu insanların bir şeyi kutlamak ya da paylaşmak için bir araya gelip, ellerinde içki kadehleriyle mutlu göründüklerine, yüzlerindeki aydınlık gülümsemelere bakmayın, aslıda hepsinin de içinde bir karanlık vardır. Necatigil’in şiirlerinin önermesi, insanların gerçekte yaşadıkları karanlığın, içlerinde taşıdıkları karanlığın aydınlatılması gerektiğidir. |
|
|
Ombreli Rapunzel’in Kış Masalı (Şiir) – Şule Ünsal |
Sayfa:68 |
|
|
|
Özgürlükçü Toplum Düşü ve Suat Derviş – İnci Aydın Çolak |
Sayfa:69 |
İlk eserlerinde bireyin yalnızlığını, huzursuzluğunu işleyen Suat Derviş’in ilk öyküleri İzzet Ziya tarafından resimlenmiştir. Toplumsal sıkıntılar, Derviş’in eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum düşüncesini benimsemesinde rol oynamıştır. Gözlem gücünün keskinliğiyle toplumsal yapıdaki sorunları saptamış, iradeli duruşuyla bu çürümeyi yansıtmaktan çekinmemiştir. Sözgelimi katillik, hırsızlık, fahişelik gibi karmaşık sorunları çözümleme çabasına girmiştir. |
|
|
İki Dünya Arasında Bir Yerde, Araf ’ta, Amin Maalouf ’la “Doğudan Uzakta” – Çiğdem Ülker |
Sayfa:76 |
Amin Maalouf ’un Doğu’dan Uzakta’ki kahramanları, kim olduklarını unutan kişiler değil, ama onlar da biz karantina mahkûmları gibi eski hayatlarını özleyen, o günlere dönmek isteyen insanlar. Yitirilmiş bir cennetin anılarını kaybetmemek için birbirlerine tutunmak istiyorlar. |
|
|
21. Yüzyılda Afrika Asıllı Amerikalı Romancı Gözüyle Günlük Hayat Eleştirisi – E. Lâle Demirtürk |
Sayfa:78 |
Siyahlara yönelik ırkçılık, beyaz üstünlüğüne dayalı bir Amerikan toplumunda siyahların kendilerini ve gündelik hayatlarını ontolojik yönden değersizleştirme yaklaşımlarına karşı sergiledikleri dik duruşlarıyla yakından ilintilidir. Bu bakış, normatif kültürün desteklediği ilerlemeci ve doğrusal bakış değildir. |
|
|
Yeni Şiirler Arasında – Şeref Bilsel |
Sayfa:84 |
Bir sözcüğü nasıl dolduruyoruz, onunla nerede, hangi ölçülerle tanıştık? Bütün bunlar o sözcüğe yüklediğimiz anlamı da belirliyor. Bunu tek başımıza yapmıyoruz üstelik, okurla birlikte oluşturuyoruz. Okurun ne dediğimizi anlaması için kullandığımız sözcüklerle onun da tanışmış olması gerekir. Bir sözcükten (diyelim ki ‘yalnızlık’) dünyadaki insan sayısınca vardır. Her insana göre bir ‘yalnızlık’ biçimi vardır. Herkes bir sözcükle aynı şekilde tanışmaz. |
|
|
Yeni Öyküler Arasında – Jale Sancak |
Sayfa:87 |
Eşten dosttan duyduğum ve sosyal medyada gördüğüm kadarıyla –malûm sosyal medyasız bir gündelik hayattan söz etmek pek mümkün değil artık– kitap paylaşımları / önerileri, üst üste dizilmiş kitapların fotoğrafları çoğalıyor. Bu tatsız, keyifsiz günlere kitaplarla daha kolay katlanıldığından ve edebiyatın iyileştirici gücünden söz ediliyor. |
|
|
Sürgün (Şiir) – Erhan İksamuk |
Sayfa:89 |
|
|
|
Kel Tepe’de Uzayan Gölge (Öykü) – Kerem Bakıcı |
Sayfa:90 |
|
|
|
Mayıs Konçertosu (Şiir) – Hasan Hüseyin Hekim |
Sayfa:92 |
|
|
|
Tebrik Kartları (Öykü) – Ömür M. Yılmaz |
Sayfa:93 |
|
|
|
Ferhat (Şiir) – Tugay Yazıcı |
Sayfa:94 |
|
|
|
Üzgünüm Ekonomi Sınıfında Yolculuk Edeceksiniz – Selim Murtazaoğlu |
Sayfa:95 |
|
|
|
Varlık Kitaplığı |
Sayfa:97 |
|
|
|
Selçuk Altun ile “Ayrılık Çeşmesi Sokağı” Üzerine Söyleşi – Bâki Ayhan T. |
Sayfa:97 |
Romanlarımdaki ana karakterlerin birikimli, entelektüel ve gezgin olması nedeniyle eleştirildiğim de olur; bu, bir köy romancısına neden sürekli köy romanları yazıyorsun diye sormak kadar gülünç. Ben en iyi bildiğim dünyayı anlatmaya çalışıyorum. |
|
|
“Gökyüzü Herkesindir” / Zülfü Zivaneli – Lütfi Özgünaydın |
Sayfa:99 |
Zülfü Livaneli’nin Gökyüzü Herkesindir şiir kitabını okuyorum. Çok etkilendiğim şiirler var. Ancak bir şiir fazla etkisi altına aldı beni: “Doğdukları Yerde ölenler”: “Bozkırda bir kasabadan geçerken/ tozlu yolda iki sıralı kahveler/ öyle sakin kıpırtısız/ otobüsü süzerler/ doğdukları yerde ölenler// Sıcak öğle sonları kan uykularda/ serinliği dipsiz kuyuların/ soğutulmuş testilerde sızıntı/ güneş birden devrilir gider/ ve geceler titrek fenerler/ hiç şikâyet etmezler/ doğdukları yerde ölenler”. |
|
|
Şafak Baba Pala ile Sana Da Güle Güle Nezahat Üzerine Söyleşi – Fadime Erezer-Çiğdem Metin |
Sayfa:100 |
Bildiğimiz gibi en küçük toplumsal kurum aile olarak adlandırılıyor. Anayasada “aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır” diye başlayan bir madde var. Bize tepeden dayatılan bir kurallar silsilesi var aile kavramının içinde ve biz bu kuralların varlığından bile tam haberdar olmadan hayatın içine, ailenin içine doğuyoruz. Gücü elinde tutanlar, ne zaman iktidarlarıyla ilgili paniğe kapılsalar hemen aile kurumunun kutsallığına sığınırlar bildiğiniz gibi. Zincirleme bir biçimde özgürlüklerin kısıtlandığını biliriz hepimiz. İşte bu zincirin ilk halkası da aile. Hiç masum bir topluluk değil. Kişinin kendini gerçekleştirmesi adına, ilk özgürleşmenin aileden başlamasının gerektiğini düşünüyorum. Ailenin kutsallığı altına süpürülen; aile içi şiddet, ensest, kadın cinayetleri, okutulmayan kız çocukları, çocuk gelinler… Bütün bu gerçeklikler beni bir kadın olarak rahatsız ediyor ve doğal olarak öykülerime, yazıma yansıyor bu rahatsızlık. |
|
|
Tüfekliler / Ümit Kaftancıoğlu – Tolga Aras |
Sayfa:103 |
1957-1960 arası görev yaptığı Derik’teki gözlemlerini, yorumlarını ve romancılığını Türkiye gerçekleriyle buluşturduğu Tüfekliler, Kaftancıoğlu’nun toplumsal ve sınıfsal eleştirilerini, Hasan İzzettin Dinamo’nun deyişiyle “demir bir kalemle” yazdığı bir kitap. |
|
|
Jale Sancak ile “Tanrı Kent” Üzerine Söyleşi – Gözde Sayınsoy |
Sayfa:104 |
Benim için iki aidiyet vardır, biri edebiyat, diğeri İstanbul. Zaten doğup büyüdüğüm, tüm zorluklarına rağmen çok sevdiğim, yazdıklarıma etki eden bir şehir. Bir yazara da epeyce malzeme sunan bir yer. Hangi taşı kaldırsanız altında bir hikâye var. Tabii bu kitapta benim için değil de başkaları için ne ifade ediyor bu şehir, bunu anlatmayı amaçladım. |
|
|
“Baharat Ülkesinin Hazin Tarihi” / Erendiz Atasü – İnci Gürbüzatik |
Sayfa:106 |
Erendiz Atasü kadına bakış açısının aynı olduğu ülkeleri hayali bir ülkede bir arada kurgularken günümüz dünyasında değişen ne var diye düşündürüyor okurunu. Kadınları doğrudan ilgilendiren, kabul edilemez inanışların varlığı, üstelik günümüzde de hele kadınlar tarafından destek görmesi insanı şaşırtıyor. İnsanlığın ve mantığın unutulduğu bir sistemin, ezdiği kadınları aslında koruduğu savunulan saçma inançlar ve uygulamalar tek tek sarsıyor okuru. Yazar, hem toplumlardaki çarpık inanç sistemine, hem de toplumun sorgulamadan uyguladığı değer yargılarına yaptığı eleştiriyi kurguladığı Baharat Ülkesinde yapıyor. Deli kadınlar evi, kızlar manastırı ile Hint toplumunun dul kadınlara bakış açısını, inanç sistemini eleştiren cesur bir söylem oluşturuyor. |
|
|
“Ölüler Bandosu” / Ozan Öztepe – Orhan Emre |
Sayfa:108 |
Sürgünde olan ölüler bandosu ozanı, artık Manet’in aynasını kendisine tutar ve “tenden sual eder”.4 Tenin kuru olduğunu bilir de gene de gevherini (“sessizliğimi bedenime kazıdım”) ona kazır. Bu kazı onu varlığından köpürmeye başladığı onaltısı’na götürür ve tenine artık çavlan bir giysi geçirmiştir. |
|
|
Şiir Günlüğü – Gültekin Emre |
Sayfa:109 |
Fikret Demirağ’ın Akdenizli Eros (2009) kitabında yer alan “Virüs” şiiri günümüzün belasının, felaketinin ön habercisi değil, aşka ilişkin: “Zaman’ın virüsüyle” kendine dönecek, dönüşecek aşkı “beyaz notalara” teslim ediyor şair. |
|
|
Küresel Haberler... – Zeynep Şen |
Sayfa:111 |
|
|
|
|
|
|
|
|