|
|
KASIM 2018
|
|
|
|
Sayfa: |
Dosya konusu çok boyutlu, içine girildikçe dallanıp budaklanıyor. Elimizden geldiğinde dört ayrı yazıyla güncel kanaatperverliği incelemeye çalıştık.
İlk yazı Nilgün Tutal’ın: “Hegemonik Kanaatler Çağının Hastalığı: Episteme ve Doxa Arasındaki Kopuş”. Yazıda Tutal halkın görüşü olduğu sanılan doxa’nın her yanı işgal etmesini ve bunun yarattığı özgürlük ve demokrasi sorunlarını ele alıyor. Antik Yunan’da bilimsel bilgi episteme ile doxa henüz çağımızda olduğu gibi zıt iki şeyi temsil etmediğini, dilin ya da sözün çağımızda olduğu gibi zaptedilmediğini işaret ederek, bu tehlikenin farkında olan Antik Yunan’ın dilin zaptedilmesinin önüne geçmek için Logos’un, ortak sözün kamuyu ilgilendiren sorunlara dair bir fikir birliğiyle oluşturulmasını güvence altına almak için yurttaşların eğitiminde retoriği ve poetikayı, yani dilin argüman üretici ve ikna edici stratejilerini öğrenmelerine önem verdiğinin altını çiziyor. Yazıda kanaatlerin egemenliğini akla ve söze karşı dayatmasıyla ortaya çıkan sorunun; insanların kanaatlerle düşünüyor ve hissediyor olmasından öte, kanaatlerin inşasına tüm toplumsal farklılığıyla yurttaşların hepsinin katılmasının gittikçe zorlaşması, yurttaşların ne siyasetçiler ne de medya profesyonelleri kadar dilin retorik ve poetik gücünü kullanmayı bilmesi olduğunun altı çiziliyor.
Sarphan Uzunoğlu “Kanaat Toplumunda ‘Canavarların’ Hızlı Fabrikasyonu” başlıklı yazısında kanaat toplumunda canavarların işlevi temasına odaklanıyor. Yani toplum, siyaset ve medya canavarları nasıl yaratıyor, nasıl işlevselleştiriyor ve kanaatin üretiminde kullanıyor sorularına cevaplar bulmaya çalışıyor. Uzunoğlu yazısında kanaat üretmek için farklı toplumsal figürlerin ve hatta kimi ülkelerin tarihin farklı dönemlerinde farklı yerlere konumlandığını, ama yıllar sonra “normalleşme” ile kanaatlerin bu aktörler lehine değişebildiğini gözler önüne seriyor. Yazıda günümüzde canavarlar olmadan, anaakım bir siyaset anlayışı geliştirmenin ya da bir haber odası yürütmenin artık mümkün olmadığı saptaması örnekleriyle tartışılıyor. Sarphanoğlu canavarlarımızı nasıl ürettiğimizi ve finansal ve siyasal aktörlerin canavarların varlığından ne tür faydalar sağladığını, daha da önemlisi canavarlar olmasaydı bildiğimiz anlamda bir toplumsal yaşamın mümkün olup olmadığını tüm güncelliğiyle sorguluyor.
Kanaatlerin medya ve siyaset evreninde bazı kişi ya da olayların canavarlaştırılarak nasıl üretildiğini ele alan Uzunoğlu’nun yazısındaki tartışma Aydın Çam’ın “Neredeyiz?” sorusuyla sinemada kanaatlerin inşasında ne tür stratejilerin izlendiğini sorgulamasıyla devam ediyor. Çam sinema ve kanaat arasındaki ilişkiyi ele alırken F. Jameson’ın bilişsel “modernlik sonrası dönemde” bireyin dünyayı temsil kadrajları (frames of representations) halinde alımladıkları saptamasına dayanıyor. Yazı, mütehakkim kültürel anlayışın baskısıyla, öznenin dünyaya dair bilgisinin tutarlı bir temsile (çoğunlukla da bir imgeye) bağlandığını belirterek, bireyin gündelik eyleminin de toplumsal gerçeklik içinde değil, toplam yapının küçük bir parçası olarak nasıl anlam kazandığını tartışıyor. Bu yeni gerçekliğin, deniyor yazıda, asla tam olarak alımlanamasa da, sinema, televizyon ya da video gibi yeniden üretilebilir iletişim ortamlarında sembolik çöküntüleri görülebilir. Bu bağlamda yazı, ülkemizde bireyin (makbul bireyin) televizyon ve sinemadaki temsiliyle oluşturulmaya çalışılan bilişsel haritalarının ya da kanaatlerinin nasıl inşa edildiğini gösteriyor.
Kanaatlerin oluşturulmasında episteme ve doxa arasındaki kopuşun rolünün, bilişsel haritalarla dünyayı ve kendimizi algılıyor oluşumuzun ve çağımızda siyasetin iş değil de görünüş üzerinden takdir toplamasında, kimi olay ya da kişilerin canavarlaştırılmasında medyanın siyasetin oyununu oynamasının tartışıldığı yazıların ardından Korkmaz Alemdar “Aklı Veren Kim: Köşede Oturanlar mı, Köşeden Yazanlar mı?” diye soruyor. Yazısında bilginin hızını artık ölçemediğimiz çağımızda geçmişten günümüze Türkiye’de habercilik denince ilk akla gelen köşe yazarlığı kurumunu tartışmaya açıyor. Eskiler hitabeti güçlü, bilgisi az yazarlarken, günümüzde bilginin dallanıp budaklanması sonucunda bilgili yazarların çoğalmasına çok ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Ancak Alemdar bilgiden çok kanaat inşacılığının geçer akçe olduğu ve iktidarın iletişim araçları üzerinde mutlak bir denetim kurduğu günümüzde beklentilerin karşılanmasının çok zor olduğunu belirtiyor.
Ekim dosyasında yalan haber ve siyaseti tartışmıştık. Kanaatlerin oluşumunun ve yapısal özelliklerinin farklı boyutlarını ele alan bu sayının yazıları yalan haber ve siyasetin daha geniş bir bağlamda tartışılmasına imkân verdi. İki dosyanın yazıları bir arada yeniden okunabilir. Batı aklın ve sözün temkinli alanında oluşan kanaatlerin artık her ikisini de hiçe sayan bir yolla nasıl olup da oluştuğunu sorgularken, aklın ve sözün retoriğe güçlüler lehine yenildiği ülkemizde kanaatlerin egemenliği altında yaşamanın ne kadar zor oluğunu her gün yeniden deneyimleyip yaşıyoruz.
|
|
|
|
Sayfa: |
Medya ya da siyaset evreninden yoğunca ve tekrarlı bir şekilde yayılan
kanaatler toplumsal sınıfları kendi etki alanlarına hapsetmekte; insanları
duvarları ses geçirmez, farklılığı ve eleştirel düşünceyi içine sızdırmaz
ideolojik hapishanelerde yaşatmaktadır.
|
|
|
|
Sayfa: |
Medyanın aşırı “dayanıksız” olduğu bir pratik olan canavarlaştırma, posttruth
diye adlandırılan çağın olmazsa olmazıdır. Canavarınız, geçmişte
kahramanı olduğu kitlenin yarın sabahki Twitter öğünüdür. Dijital linç
rejimi için siyasetçiler ve medya her gün bir canavar üretir.
|
|
|
|
Sayfa: |
Nihayetinde gerçekliği “toplum tarafından gerçek kabul edilen bir olguyla
onun temsilinin örtüşmesi” olarak değerlendirebiliriz. Hatta bazen temsil,
başka bir ifadeyle sinemasal gerçeklik, gerçeği aşar. Kanaatler de böylelikle
hakikatin önüne geçer, temsil gerçeğin yerini alır. Peki, ne yapmalı bu
durumda? En başa dönüp yeniden soralım: Neredeyiz?
|
|
|
|
Sayfa: |
Gazetecilik mesleğinin ayrıntılı tarihinin yazılmamış olması sağlıklı
değerlendirme yapmayı güçleştiriyor. Oysa “Takvimi Vekayi”den itibaren
imparatorlukta yayınlanmış bütün gazetelerin içeriklerini öğrenmek
zorundayız. Bu bize kimin nasıl gazetecilik/yazarlık yaptığını değerlendirme
olanağı verecektir.
|
|
|
|
Sayfa: |
Töz ya da idea, zamanla değişecek
bir şey değildir. Zamansızdır.
Bu nedenle Erbil’in resminde de
tüm zaman ortadan kaldırılmıştır.
Mekân da yoktur. Tüm resmi yalnızca
bir töz kaplamıştır ve tuvalde
bundan başka geriye kalan her
şey soyuta indirgenmiştir, tablonun
dışına çıkartılmıştır. Görüngüler
dünyası bütünüyle dışarı atılmıştır.
Burada yalnızca idealar dünyası
resmedilir. Zamanın ortadan
kalkmasıyla, Erbil, öz’ünü bulduğu
ağacın töz’üne ulaşır. Zamanın
yanı sıra, mekân da tümüyle safdışı
bırakılmıştır. Ağaç, ilk kez gözlerimizin
önüne gerçekte olduğu
gibi gelmektedir. Erbil, ağacın
“idea”sını resmetmiştir.
|
|
|
|
Sayfa: |
Rumeysa Kiger bu ay Güncel Sanat köşesinde Necla Rüzgâr ile “Çok Kalpli Varlık”, Gülçin Aksoy ile “Koro” sergisi üzerine birer söyleşi gerçekleştirdi. |
|
|
|
Sayfa: |
Felski, edebiyat metinlerini,
sözgelimi Marksizm ya da feminizm
gibi daha ‘büyük’ fikirlerin
hizmetine sunan kuramcıların
bir yapıt üzerinden evrensel kurallar
tesis etme çabalarını bütüncül/
totaliter buluyorsa, Bauman da ‘yasa
koyucu’ olarak tabir ettiği düzen
meraklısı entelektüeller için benzer
şeyleri söylüyor. Fakat yanlış anlaşılmamalı:
Modern tarza herhangi
bir üstünlük taslama gayesiyle değil,
‘yorumu’ özgürleştirme, ‘parçalı’,
mikro-gerçekliklere alan açma
çabasıyla.
|
|
|
|
Sayfa: |
“Nedim Gürsel’e
iyilikle…” diye imzalar Selim İleri
Cumartesi Yalnızlığı’nı. Tarih yoktur
imzanın yöresinde. Tahminen
basıldığı yıl yahut hemen ertesi…
Yani 1968. 24 Ekim 2003’te, kendisine
imzalanmış bu kitabı, “Selim’e,
yıllar sonra, benden Ona.”
diye imzalayarak iade eder Nedim
Gürsel. Üzerinde pek çok not vardır
kitabın… İşte bunlardan birisi
de “bibi”ye ilişkindir. Gürsel, kocaman
bir yuvarlak içine alıp sözcüğü,
kenarına tereddütsüz bir soru
işareti kondurur. Merak işte: Gürsel,
neler tıkmıştı acaba bu soru
işaretinin içine?
|
|
|
|
Sayfa: |
“Kopoy” ve “Ajar”dan hareketle Barış Andırınlı’nın metinlerinin anlatı
evrenini bağlaçların yer almadığı, az sözcüklü kısa eylem cümlelerinin
hâkim olduğu bir dile yasladığı görülür. Metnin temposunu hızlandıran bu
dilsel yapı, adeta bir labirent çıkışsızlığıyla okuru metne odaklar. Eylemlerle
belirginleşen hareket ile kahramanın hareketsizliği arasındaki tezat ise temel
çatışmayı oluşturur.
|
|
|
|
Sayfa: |
Festivalin asıl amacı sinema-televizyon eğitimi almakta olan üniversite
öğrencilerinin filmlerin yaratıcı ekibiyle buluşması, doğrudan iletişim
kurabilmesi, kendilerine staj ya da iş olanağı da yaratabilmeleri için bir
ortam sağlama hedeflerimiz arasında. Bu anlamda çok olumlu örneğimiz
var.
|
|
|
|
Sayfa: |
Senaryo bir filme kaynaklık eden metindir ve ancak bir yönetmen tarafından
bir sanat eserine dönüştürülebilir. Elbette çok yetenekli senaristler var;
çok iyi kurgulanmış hikâyeler, muhteşem diyaloglar yazıyorlar, çok şahane
karakterler yaratıyorlar, ama herhangi bir senaryoya edebî metin muamelesi
yapmak diğer edebiyat ürünlerine hakarettir bence.
|
|
|
|
Sayfa: |
Edebiyat tarihi yazımının en
sorunlu cihetlerinden biri,
hiç kuşkusuz, “kanon-merkezciliği”
ve eserlere ilişkin olarak bu
bağlamda bir “konumlandırma”
sorunsalıdır. Nitekim süreç içinde
esasen pek çok kayda değer eser,
yazıldıkları dönemin genel/kanonik
“ruhunun” dışında kaldıkları
için, edebiyat tarihlerince “önemli”
bulunmamış ve ilgili çalışmalarda
kendilerine bir yer edinememişlerdir.
–Bugün de dahil olmak üzerehemen
her dönem için geçerli sayılabilecek
bu olgunun Cumhuriyet
döneminde dikkate değer bir örneği,
Mehmet Rauf ’un 1928 tarihinde
tefrika edilen Kâbus romanının
–yazarın Servet-i Fünun romancısı,
dolayısıyla “daha önceki döneme
ait” bir yazar olduğu düşüncesiyle
olsa gerek– üzerinde durmaya
değer görülmemesi ve edebiyat tarihlerinin
dışında kalmasıdır.
|
|
|
|
Sayfa: |
Her sanatçı diyalekt, şive, taklit yapamaz. Bu da o sanatçının bir eksikliği
değildir. Yapabiliyorsa artı değerde bir şeydir. Onun cebinde dursun,
dağarcığında, ama yapamıyorsa “Aaa sen tiyatro sanatçısı değilsin,” denmez.
Bir tiyatro sanatçısında önemli olan kulaktır. Entonasyonda olsun, müzikal
oyunlarında olsun kulak önemlidir.
|
|
|
|
Sayfa: |
Yazıda önünde durduğumuz şeydir
kapalılık. Belleğin sırlı yanı… Yazarken
oraya döneriz. Okura anlatacaklarımızın
seyri oradan geçer.
İyi bir kurgudur metnin kapalılığını
sağlayan. Kendini hemence ele
veren bir metin sonu bilinen bir filmi
izlemek, hatta izleyememek gibidir.
|
|
|
|
Sayfa: |
“Öğretmen, şiir hakkında ‘bilgi’
vermektense öğrencisine bol
bol şiirler okusa daha iyi bir iş yapmış
olur. Lisede Kapıkulu şiirinden
uzaklaştıran öğretmenlerimin
yanlışını, Orhan Şaik Hocam, o
güzel sesiyle okuduğu gazellerle
gidermiş, bana Kapıkulu şiirinin
zevkini aşılamıştır. Tabii bu şiirden
uzaklaşmamızda bize empoze
edilmek istenen resmî estetiğin payı
da vardı.”
|
|
|
|
Sayfa: |
Şiir bahsinde biz eğer dilin
içinde bakacaksak –ki başka bir
şansımız yok– bu dilin dokunduğu
bütün insanlara ve bu dili geçmişten
bugüne dokuyanlara bakabilmeliyiz.
Türk şiiri antolojisi geniş
bir antolojidir; içerisinde farklı zaman
dilimlerinden, farklı inançlardan,
ideolojik görüşlerden süzülüp
gelmiş nice insanı barındırır. Biz
dil üzerine, dışarıdan –ister ideolojik,
ister dinsel reflekslere sahip
olsun– bir baskıyla istesek de belirleyici
olamayız.
|
|
|
|
Sayfa: |
Yazıda kameramız sözcükler
ile betimlemedir. Bir kameradan
çok daha fazlasını yapabilen
bir araç, büyüleyici bir malzemedir
dil. Tam da bu noktada sinemasal
anlatım ya da sahneleme tekniğinden
söz etmek istiyorum. Atölye
çalışmalarında ‘Anlatmayın gösterin’
deriz. Bu sözden anlamamız
gereken şey yapıtın sahneleme tekniğiyle
yazılmasının önerilmesidir.
Sahneleme, bir sahnenin içinde
gerçekleşecek olanlarla –olay, durum–
birlikte karakterin/karakterlerin
eylemlerinin, duygularının,
düşüncelerinin betimlenmesi, diyaloglarının
aktarılması anlamına
gelir. Yanı sıra yaşanılan ânın nerede,
ne zaman, nasıl bir ortamda
geçtiğine yer verilir. Bir tür 5n 1k
diyebiliriz: Ne, nerede, neden, nasıl,
ne zaman, kim… Bu soruları
yazmaya başlamadan önce yanıtlayabilirsiniz.
|
|
|
|
Sayfa: |
Volante'nin uçak yolculuğu öncesinde
yaşadığı, hayata ve ailesine bakışını değiştiren macerası
tam da bir eşik atlama hikâyesi.
|
|
|
|
Sayfa: |
Raşel Meseri, yeni romanı Köpekbalıklarının Kayıp Şarkıları’nda
hayatları toprağa konmamacasına uçarak geçen
ebabil kuşlarının gölgelerini üstünden eksik etmeyenleri;
kindarlığıyla hep haklı çıkmaya çalışırken, bilimi, doğayı
hatta evreni bile tanımazlıktan gelenleri sorguluyor. Bir
annenin tesirinden kurtulan bir kızın, niceliksel değil niteliksel
bir zamanın heterojen, kesintili, genişleyebilir ve
kısmen geri döndürülebilir akışındaki ufalanışını konu ediniyor
|
|
|
|
Sayfa: |
Kocka’ya göre kapitalizm, tartışmalı
bir kavramdır. Çok sayıda bilim insanı bu kavramı kullanmaktan
kaçınır. Eleştirel bir kavram olarak ortaya çıktığı ve
uzun süre eleştirel bağlamda kullanıldığı için, “kapitalizm”
sözcüğü bilim insanlarına polemiğe fazlasıyla açık görünür.
Kavramın tanımı birçok yerde farklı farklı şekillerde
yapılmakla beraber, bazı yerlerde hiçbir tanım yapılmaz.
“Kapitalizm” kavramı pek çok şey kapsar; sınırlarını çizmek
güçtür. O halde bu kavramdan feragat edip yerine
örneğin “piyasa ekonomisi” gibi bir kavram kullanmak daha
iyi olmaz mı?
|
|
|
|
Sayfa: |
Abdulrazak Gurnah, anadili Svahili olan Zanzibar doğumlu
bir yazar. Şimdilerde Kent Üniversitesi’nde İngiliz
Edebiyatı profesörü olan Gurnah, İngiltere’ye 1968’de,
Zanzibar ayaklanmasından dört sene sonra göç etmiş. İletişim
Yayınları’ndan çıkan Sessizliğe Hayranlık, Terkediş
ve Son Hediye romanları, hem bu göçün doğal bir sonucu
olarak hem de yazarın postkolonyal edebiyat üzerine
uzmanlaşmasından dolayı çoğunlukla göçmen Afrikalıların
hikâyelerini içeriyor. Bu hikâyelerin hepsi okuyucuyu
alıp Zanzibar’a götürüyor –ama hava yolu reklamlarında
bahsedilen turkuaz denizine ve eşsiz doğasına değil, ayaklanmanın
öncesine ve sonrasına; kaçan, terk eden, terk
edilen insanlarına; o insanların korkularına, huzursuzluklarına,
aşklarına, inançlarına; Zanzibar’daki Britanyalıların
düşüncelerine, hislerine, güç tutkusuna, kibrine...
|
|
|
|
Sayfa: |
Geçmiş ve geleceğinden ayrışmış bir şimdinin içerisinden,
varoluşunu varlıktan alan bir zamandan seslenen Bozkurt,
Ku’yu’daki şiirlerini kurarken-yontarken kendi içine
bakmayı bilen bir şair olarak karşımıza çıkıyor. Bu bakıştır
ki hem kendisini, hem de okurunu dilin en uç noktalarına
yolculuğa çıkarabiliyor. Hakikatin sırrına ermek isteyen
bir yontucunun tüm yalnızlıkları göze alarak kendi içine,
Ku’yu’suna bakmayı denemesi gerekecektir artık bu noktada.
|
|
|
|
Sayfa: |
Şiirin ve sanatın her alanının dünyayı değiştireceğine
inanılır ve söylenip durulur. Ben şiirle dünyanın ve insanın
değişeceğine inanmayanlardanım. İnsanı değiştirmek
çok zorken, dünyayı değiştirmek kolay olur mu hiç? İnsanı
değiştirmeden dünyayı değiştirmek nasıl olacak? Hele şiirle?
|
|
|
|
Sayfa: |
Suç romanlarının efsane yazarı James Sallis, Willnot
Kasabası adlı kitabının başkarakteri Dr. Lemar Hale’in boğazına
böyle bir kılçık takıyor. Hale’in içine kurt düşüren
cinayetler ve meskûm mahal dışında bulunan cesetler, aynı
zamanda kasabanın en karanlık noktası.
|
|
|
|
|
|
|
|