|
|
EKİM 2018
|
|
|
|
Sayfa: |
Dosyanın ilk yazısı tüm bu medyatik ve politik gündemi akılda tutarak yalan ve siyaset ile sahte/ yalan haber konusunu akademik literatürdeki yeni bakış açılarıyla derinleştiriyor. “Siyasetçilerin ve Kitlelerin Birlikte Ürettiği Yalan: Sahte Haber”de Yalın Alpay sahte haber olgusunu postmodern çağın hal-i pür melaliyle ilişkilendiriyor. Gerçeklik arayışımızın neden yok olduğunu, olayları rasyonel anlamlandırabilme kapasitemizin neden düştüğünü, popülist siyasetin ve sahte haberlerin yeni toplumsal, ekonomik ve kültürel düzenin yapıtaşlarına nasıl dönüştüğünü tartışıyor. Modernliğin toplum ve kültür projesinin seçkinci yapısının yerinden olmasıyla, entelektüalizm karşıtı bir toplumsal ve kültürel postmodern dönemin sahte haberle nasıl iç çe geçtiğini ayrıntılarıyla serimliyor. Dosyanın ikinci yazısı yukarıda değinilen güncel bağlamı da içeren Aydın Çam’ın yazısı. Çam, “Despotun Medyayla Savaşı ya da Filler ve Çimenler” başlığı altında Donald Trump ve ABD medyası arasında, başkanlığının ilk günlerinden bu yana sürmekte olan çatışmayı yorumluyor. Aslında çatışmadan ziyade grotesk bir vodvili andırıyor yaşananlar. Bir yanda kitsch bir televizyon yıldızından despot bir politikacıya dönüşen Trump, diğer yandaysa liberal- demokrat söylemine karşın, ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda merkezden hiçbir zaman sapmayan medya… Tüm bu gösteri içinde olan, gazetecilik mesleğine ve tabii ki biz yurttaşlara oluyor; bir yanılsamaya kapılıp gidiyor ve asıl tartışmamız gereken meseleye bir türlü gelemiyoruz: Hakikat nedir ve yanılsamadan sıyrılıp hakikate nasıl ulaşabiliriz? Aydın Çam’ın yazısında sorulan bu sorulara kısmi bir cevap getirebilmek amacıyla “Politik Hiciv Gazetesi: ‘Aptal ve Kötü’ Charlie Hebdo” başlıklı yazısında Nilgün Tutal 1960’lardan beri Fransa’da yayımlanan siyasi mizah gazetesi Charlie Hebdo’nun Charles de Gaulle, Georges Pompidou, Valery Girgard d’Estaing gibi 1980’li yıllar öncesi iktidarın ceberrut yüzünü temsil eden politikacıları nasıl hicvettiğini ele alıyor. François Miterrand, François Hollande, Nicolas Sarkozy, Emanuel Macron gibi siyasetçilerin gazetenin karikatürlerinde yer alış biçiminden söz ediyor. Le Canard enchainé örneğinde olduğu gibi araştırmacı gazetecilik yapan basının iktidarın kirli ve keşmekeş özünü gösteren yolsuzlukları ve iktidarı kötüye kullanımları ortaya çıkarıldığında Charlie Hebdo gibi siyasi hiciv gazetelerinin bunları herkesin anlayabileceği bir dil ve imgeyle geniş bir okur kesimine ulaştırmasındaki önemini tartışıyor. Medyatik imgenin şımarık ve kötücül iktidar figürlerini sevimli kılmakta gösterdiği maharetin önüne ancak karikatürün imgeselliği eleştirel bir araca dönüştürmesiyle geçilebileceğine işaret ediyor. “Yalanın Hası: Okuryazarlara Masallar” başlıklı yazısında Korkmaz Alemdar devlet kurumları ile yalan arasındaki bağı ele alıyor: Yalan kurumlar tarafından söylenebilir mi, kurumlar zaman içinde yaptıklarının tersini yapıp insanları yanıltırlarsa ne olur gibi sorular soruyor. Yazı 1960 Devrimi’nden sonra basın alanında yapılan düzenlemelerden, gazetecilerle patronları karşı karşıya getiren gelişmelerden söz ediyor. Ama daha da önemlisi silahlı kuvvetlerin 1960’da yaptıklarını nasıl 1971 ve 1980’de yok ettiğini anlatıyor. Kurumların böylesine tutum değiştirmelerinin yalandan farkı olup olmadığını tartışıyor. Dosyanın son yazısı edebiyatın içinden yalana odaklanıyor. “Gerçeğin Hafiyesi: Yalan” başlıklı yazısıyla Mehmet Özkan Şüküran, Tahsin Yücel’in Yalan romanından hareket ederek bu kitabın kahramanı Yusuf Aksu’nun yalanla sarmalanmış hayatını, medya organlarının bir yanlışın doğru olarak algılanmasına aracılık etmesini ele alıyor. Yazı bireyin yalan karşısındaki konumunu, kişiyi kendi hakikatinden, içinde bulunduğu dilden uzaklaştırmasını ve yalanın gerçeğe dönüşümünü sorguluyor. Yalan haber ve yalan siyasetinin önünde uzun bir ömür var gibi görünüyor. Ne dünyadaki ne de ülkemizdeki gelişmeler bizi bunun tersini düşünmeye itecek bir gelişmeye yöneltiyor. |
|
|
|
Sayfa: |
Gerçekliğin sahte haberler aracılığıyla
böylesine çarpıtılabildiği
ve kitlelerin buna inandırılabildiği bir ortamda popülist siyasetçiler
bu durumdan yararlanıyorlar.
Özellikle modernist paradigmanın
egemen olduğu zamanlarda
entelektüellerin siyasi ve kültürel
baskınlıkları nedeniyle kendilerini
aşağılanmış, küçümsenmiş ve
ikinci sınıf vatandaşlar olarak konumlanmış
gören düşük gelirli
ve düşük eğitimli kitleler postmodernlikle
birlikte imtiyazlarını yitiren
entelektüellerin tekel kurduğu
her alana girerek, eski paradigmadaki
edilgin pozisyonlarından kurtuluyorlar.
Bu kitleler dünyayı anlamlandırmada
rasyonelliği ya da
gerçekliği takip etmiyorlar. Başlıca
motivasyonları yeni paradigmada
aşağılanmaktan kurtularak elde
ettikleri özgüvenin, hissettikleri bu
birinci sınıf vatandaş olma duygusunun
tadını çıkarmak ve onu bir
daha yitirmemek. Böylece kitleler
için hakikat, kendi konumlarını
koruyacak inşalar/uydurmalar haline
geliyor.
|
|
|
|
Sayfa: |
Günümüzün piyasa koşullarından biri adeta muhalif olmak. Örneğin irili
ufaklı tüm markalar ırkçılık ve milliyetçilik karşıtı, kadın ya da kimlik
hareketlerini destekleyen ve neredeyse sınıfsız toplumu savunan reklam
kampanyalarına meylediyorlar. Özellikle küresel markaların reklamlarını
izlediğimizde demokrasi ideallerinin gerçekleştiği bir toplumda yaşadığımız
sanrısına kapılıyoruz.
|
|
|
|
Sayfa: |
Okur-yazarlığın
gittikçe düştüğü, imge tüketiminin
yaygınlaştığı çağımızda yazılı
basından haber okuma eğilimi
de gittikçe düşmektedir. İktidarın
cehennemi işleyişinin ironik, mizahi
ve komik hallerini siyasi karikatür
çok daha etkin bir şekilde
ortaya çıkarabilmektedir. İktidarın
soyutlaştığı kadar yalan haberin
de yaygınlaştığı çağımızda mizahın
itici gücüne başka çağlardan
çok daha fazla ihtiyaç var. Medyatik
imgenin şımarık ve kötücül iktidar
figürlerini sevimli kılmakta
gösterdiği maharetin önüne, ancak
karikatürün imgeselliği eleştirel
bir araca dönüştürmesiyle geçilebilir.
|
|
|
|
Sayfa: |
Kim olursa olsun bir bireyin
söylediği yalanla baş etmek kolaydır.
Önce anlaşılamasa da farkına
varıldığında etkisi denetim altına
alınabilir. Ama zamana yayılan ve
kurumlar aracılığıyla söylenen yalanla
nasıl başa çıkılabilir? 27 Mayıs
özgürlüklerin yaygınlaşması,
demokrasinin gelişmesi için iletişim
araçlarının yansız, nesnel kurallara
bağlı olarak çalışmasına
karar vermişti. Düşünce üretecek
(üniversiteler) ve düşünceyi yayacak
kuruluşlar (radyo-televizyon
ve haber ajansları) özerk olarak (siyasal
iktidara bağlı olmadan) çalışacaktı.
Siyaset 1965’ten itibaren
bu öngörülenleri önlemeye çalışırken
27 Mayıs’ı yapanların arkadaşları
11 yıl sonra özgürlükleri aşırı
buldular, savunanları da cezalandırdılar.
Yetmedi 20 yıl sonra öngörülenlerin
tamamı yok edildi.
|
|
|
|
Sayfa: |
Yalan kişinin kendisine karşı bir ödevi zedeler, Kant yalanı her koşulda
reddetmemiz gerektiğinin altını çizer sık sık, hatta öldürmek maksadıyla
komşunun yerini soran bir katile bile yalan söylemememiz gerektiğinin.
|
|
|
|
Sayfa: |
Yaz sezonu, özellikle de Ağustos
ayı ve Eylül’ün ilk yarısı
güncel sanat açısından en hareketsiz
dönemdir. Sanat profesyonelleri
bir yandan tatil yapıp, bir yandan
gelecek sezonun sergilerine hazırlanırken,
takipçiler gezecekleri,
sanat yazarları da hakkında yazacakları
yeni sergi bulmakta zorlanırlar.
İşte tam da böyle bir dönemde,
Norgunk Yayıncılık 2 Ağustos
- 15 Eylül tarihleri arasında, 14 ayrı
mekânda, 29 sanatçı ve kolektifin
katılımıyla büyük bir sergi dizisi
gerçekleştirdi. Kültür ve sanat
üretiminin reklam dünyasının bir
parçası haline dönüştüğü gerçeğinden
hareketle, sanat dünyası aktörlerinin
bir araya gelerek “logosuz,
billboard’suz ve sponsorsuz” bir etkinlik
düzenlemesi mümkün olabilir
mi sorusunun cevabını arayan
Norgunk Yayıncılık’a “Büyük Çayır”
sergileriyle ilgili sorularımızı
yönelttik.
|
|
|
|
Sayfa: |
Roman kader, varlık ve ölüm ekseninde dönen insan psikolojisine, genetiğe,
aile ilişkilerine odaklanan bir metin. Aşk ise romandaki simgesel altyapıyı
kuran bir unsur olarak kullanılmış. Özellikle kişileri harekete geçiren,
hataları mazeret haline getiren itici bir güç aşk. Babanın bir eş ve çocuğu
terk edip yeni bir aile kurmasına mazeret örneğin, Sanem’in sevilmediği bir
ailenin yerine koymak istediği Deniz, Umut’un kalan hayatını daha anlamlı
hale getirme çabası aşk.
|
|
|
|
Sayfa: |
1940 Kuşağı’nın en yaşlı temsilcisi olarak Rıfat Ilgaz, şiirlerinde mizah ve
alaysı söyleyişiyle dikkat çeker. Memet Fuat’ın vurguladığı gibi, şiirlerinde
herhangi bir “artistik” öge, herhangi bir “atraktif ” dil kullanmama
konusunda Garip Şiiri’ni geçecektir.
|
|
|
|
Sayfa: |
Nedense düşünce ifade ederken
şiirsel tavrı kullananların aslında
önemli bir düşünceleri olmadığı
kanısını taşırım. Ortada bir söz
cambazlığı ve anlaşılmazlık vardır
yalnızca. Okur şaşkın gibi o şifreli
dilin içinde bir düşünce arar. Bulamayınca
kendini yetersiz hisseder.
Bir şairin okura bunu yapmaya
hakkı yoktur. Şiirinizi nasıl yazarsanız
yazın, ama şiir üzerine konuşuyorsanız
anlaşılır olun derim.
|
|
|
|
Sayfa: |
“Bir yeri, bir çevreyi içerden
göstermek” diye bir kavram vardı
eskiden edebiyatta. Köyü içerden
gösteren ilk yazarlardandı, bu konuda
bir öncüydü Mahmut Makal.
Belli bir türe sokmakta zorlandığımız
Bizim Köy (1950) çok büyük
ses getirdi edebiyatta. Yakup
Kadri’nin Yaban’ından farklıydı,
gerçekti onun anlattığı köy. Edebiyattaki
Anadolu romantizmini
yıkmıştı.
|
|
|
|
Sayfa: |
1940’lı yılların Sabahattin Ali’sinin
Türkiye entelijansiyası içerisindeki
yeri ve önemi, bu kuşağın yapıp
eyledikleriyle incelenip değerlendirilebilir
ancak. Buysa onların
kendilerini topluma duyumsatarak
kabul ettirebildikleri oranındadır.
Yeni şiirle eskisi arasında açılan
boşluğu kapatabilme çabaları söz
konusudur. Özellikle öykü ve romanlarındaki
konu, biçim ve biçeme
baktığımızda, eleştirel gerçekçilikten,
giderek toplumsalcı bir
görüşe geçtiğini görürüz. Bu onun
yazarlığının üçüncü evresidir ve
son değildir.
|
|
|
|
Sayfa: |
Hikâyecilik ve yazarlık ününün
henüz daha başlarında bulunan
Sabahattin Ali, o sıralarda sol
ve devrimci hareketin içinde bir
“Aydın” olarak yer almıştı. “Aydın
Sanat Mektebi”nin öğrencilerinin
dolaplarında bulunan illegal yayınlar
üzerine öğretmen Baha, öğrenci
İzzet ve Musa Oğuz’la birlikte
tutuklanıp hapse atıldı, Eylül
1931’de.
|
|
|
|
Sayfa: |
İsmail Uyaroğlu’nda toplumsal
mücadeleye ilgi, 1970’te başlar. Şair
bu yıl ülkenin en muhafazakâr
şehirlerinden Maraş’ta öğretmendir;
‘mahalle baskısı” söz konusu
olaydı, ‘muhafazakâr” olması
gerekirdi. Oysa o, sosyalist safı
seçmiştir. Ama o yıllarda ‘sosyalist’
sözcüğü netamelidir, “Atatürk
inkılapları”nın 1960 anayasasında
“Atatürk devrimleri” diye Türkçeleştirilmesinden
dolayı “Güzelleme,
Kavgaya”da ‘ihtilalci’ anlamında
da kullanılmaya başlanan
‘devrimci’ sıfatına sarılır: “Bir devrimciyse
elbet umut kazanır”.
|
|
|
|
Sayfa: |
Bir anlatıcıdır, küçük İskender.
Bir ifşacı, tellal. Anlatma esrikliği;
uçlara, uçurumlara sürükler çoğu
zaman onu. Ölçütlerini, değer yargılarını
tersyüz eder. Nietzsche’yi
gönendirir adeta, ben’ini, onun insancık’ına,
“yerkurdu”na indirger:
“Üstüne basılan yerkurdu büzülür.
Akıllıcası da budur. Böylelikle
yeniden ezilme olasılığını azaltmış
olur. Ahlak dilinde bunun adı: boynubüküklüktür.”
Veya üst-insan
katına taşır onu, Zerdüşt’e dönüştürür.
Bir dirhem hoşgörü, merhamet
ara ki bulasın. Hayır, kızmamak
gerek küçük İskender’e.
Bir ‘kaos’ kalemşorudur o; ‘kosmos’unu,
tinsel evrenini de bu fayın,
fay kuşağının tam üstüne kurar.
|
|
|
|
Sayfa: |
Limanı görüp yeniden kente
doğru yürürken, bir alanda Ovidius’un
heykeliyle karşı karşıya
geldik. Az ilerde de Romanyalı şair
Mihai Eminescu’nun heykeli vardı.
Eminescu sanki Ovidius’a, “Yavaşça
in Çoban Yıldızı,/ Parlak ışıklarından
kayarak,/ Aydınlat bu yaşamımı./
Evime ve hayalime girerek!”
dizelerini okur gibiydi. Az ileride
ise Romanya’nın Kraliçe Elisabet’i
olarak da adlandırılan şair Carmen
Slyva’nın heykeli onlara yüksekten
bakıyordu.
|
|
|
|
Sayfa: |
Falco, 1940 yılında 34 yaşında
iken edebiyat dünyasına giriş yaptı.
Aynı yıl ilk dizelerini Cometas Sobre
los Mures (Duvarların Üstündeki
Uçurtmalar) adlı kitapta topladı.
İki yıl sonra Equis Andacelles yayımlandı.
Kitabın adının ne anlama
geldiği bir sır olarak kaldı. 1946
yılında üçüncü ve son kitabı Dias y
Noches (Günler ve Geceler) yayım- landı. Liber Falco, sonraki dokuz
yıl şiir çalışmalarına devam etmekle
birlikte başka bir kitap hazırlamadı.
|
|
|
|
Sayfa: |
Bütün büyük yapıtlarda o yapıtın
doğduğu kültürün, o yapıtı
ortaya koyan şair/yazarın yaşadığı
mekânın ağır izleri, kodları,
imajları vardır. Dil üzerinden şiir
ve yazıyla sahici bir bağ kuran
bundan kaçınamaz.
|
|
|
|
Sayfa: |
Yazma
uğraşının ilk zamanlarında üretilen
çoğu metnin girizgâhı, yeterince
aktarabilme kaygısıyla uzun
açıklamalardan oluşabiliyor. Hal
böyle olunca da karakterlerin ruhsal
ve fiziksel özelliklerinin uzun
uzun tarif edildiği, mekânlarla, yaşantılarla
ilgili önceden birçok bilginin
verildiği bir raporu andırıyor
öykülerin ilk bölümü.
|
|
|
|
Sayfa: |
Kıtkanaat geçinen, ay sonunu zor getiren yoksulların,
bizden birilerinin hayatlarına eğiliyor ‘Rıza Bıyık’. Monolog,
bilinçakışı, geriye dönüş gibi anlatı yöntemlerinin kullanıldığı
öykülerde her öykü kişisi toplumsal dramın yansımalarını
taşıyor ruhunda.
|
|
|
|
Sayfa: |
Betül Dünder, Unutmanın Kısa Tarihi’ni bir “akıl defteri”
olarak yazmış belli ki. Yaşamının bir dönemine ait ayrıntıları
doldurmuş içine. Kendini evlere kapamış, duvarlar
örmüş de oralarda pencereler aramış: “bir kadın en çok
nedir/ kapısını evin kapattıktan sonra”. Eve kapanmak
unutmak, pencereler aramak ise hatırlamak olmuş: “Öyle
bir sabahtı karar veremedim önce /bilemedim hangi pencereyi
açacağımı”; “insan sevilmek istiyor, tuhaf/ bakınca
açılmamış bir pencerenin ardından/ aksiyle karşılaşıyor
insan”. Unutmak ve hatırlamak
karşıtlığı üzerine kurulu
gibi duran dizelerin bir bütünü
tamamladığı gözleniyor,
bir pencerenin ardında kendi
aksiyle karşılaşan insanın,
aksiyle tamamlanması gibi.
Hangisinin kendi olduğunu
bilememesi gibi…
|
|
|
|
Sayfa: |
Sanatın Gölgedeki Kadınları, öncelikli olarak ait olduğumuz
coğrafyadaki kadın tarihine ve kadın sanatına dair
bir katkı sunmayı hedefliyor. 19. yüzyıl ortasından 20.
yüzyıl ortasına kadar olan yüzyıllık dönemde yaşamış,
üretmiş, sanatsal yaratı evrenine dahil olmuş ancak adları
tarihin sanatçıları arasında anılmayan, unutturulan, yok
sayılan kadın sanatçılara kapı aralayan, onları tarihsel anlatının
görünür alanına taşıyan bir çalışma. Sanatın birçok
alanında var olma savaşı vermiş, yaşadığı dönemde erkek
egemen platformda yer alma başarısını göstermiş kadınlara
dair bir vefa borcu da denebilir. Aynı şekilde bugünün
ve geleceğin kadın sanatçılarının tarihe geçebilmesi adına
değerli bir uğraş.
|
|
|
|
Sayfa: |
“Elektrik” kavramının olmadığı, “sinir” denen ağın bilinmediği
bir dönemden bunların çok ötesine geçildiği düşünülen
günümüze değin beyne ve zihne dair bilgimiz ne
kadar ilerlemiş olabilir? Matthias Eckoldt’un Almancası henüz
2016 yılında yayımlanmış olan Beynin ve Zihnin Kısa
Tarihi. Duygular ve Düşünceler Nasıl Oluşur? adlı kitabını,
üzerinden iki yıl bile geçmeden Almancadan yapılmış çevirisiyle
okuma fırsatı buluyoruz. Eckoldt’un anlattığı bu
tarihsel serüveni salt bir ilerleme olarak mı okumalı, yoksa
bu serüvenin farklı bir ifadesi mümkün olabilir mi?
|
|
|
|
Sayfa: |
Gökçe’nin Yolu, bir “büyüme romanı”. Gökçe de bu tarz
romanlardaki kahramanların gizemli yolculuğuna çıkıyor,
adım adım ilerlerken, yola çıkma, ilerleme, yol boyu zorluklarla
mücadele, yardımcı kişilerle karşılaşma, dostluklar
kurma, zorlukları yenme, güçlenme, korkuları aşarak
kendini bulma, büyüme, evine dönme gibi aşamalardan
geçiyor. Ahmet Büke, masal, destan ve hikâyelerde yüzyıllardır
süregelen “yol, yolcu, yolculuk” ögelerini Gökçe’nin
Yolu’nda modern bir yaklaşımla işliyor ve küçük kızın iç
dünyasının gelişimini bütün canlılığıyla gösteriyor.
|
|
|
|
Sayfa: |
Özgürlük beyni, yüreği doldurduğu gibi, ötesine de geçmeyi
sağlar. Bir söyleşide “Sanat, sınırların aşıldığı yerde
başlar” demiştim. Yazabilmek için dinden, ırktan, renkten
ve cinsiyetten arınmak gerektiğini öğrendim. Ölümü yazmak
için bile, onun yakınına gidip tanımak ve sonra da
ondan uzaklaşarak yazmak gerekiyor.
|
|
|
|
Sayfa: |
Şaşırdım Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de
Bayram Sabahı” şiirindeki, çoktan unutup gittiğim şu dizeyle
karşılaşınca: “Bursa’dan, Konya’dan, İzmir’den, uzaktan
uzağa”. Eskilere dalıp giden Yahya Kemal, dizesinin sonunun,
yıllar sonra Sina Akyol ile ortak şiir kitabımıza ad
olacağını nereden bilebilirdi. Üstadın bu dizesi ne benim ne
de Sina’nın aklına geldi.
|
|
|
|
|
|
|
|