|
|
EYLÜL 2018
|
|
|
|
Sayfa: |
Varlık Eylül dosyası yoganın, yoga pratiğinin, yoga yoluna girişin anlamını; beden ve ruh ikiliği karşısında üstlendiği rolü konu ediniyor. Çağımız hem zihinlerin hem de bedenlerin kapitalist denetim ilişkilerinin odağı olduğu bir çağ. Ruhu besleyecek kültürel ürünler ruhu fakirleştiriyor, yaşam kazanmak için yapılan işler ruhu da bedeni de kötürümleştiriyor. Kentin kentli için yaşanamaz hale geldiği bir çağda, ilişkiler derinlik yoksunluğu çekiyor, günlük yaşamın koşuşturmacası insan yaşamının içine düştüğü boşluğu körüklüyor.
Julia Kristeva Ruhun Yeni Hastalıkları kitabında çağımız insanının temel sorununun bir ruh eksikliği çekmesi olduğunu yazmıştı. Modern insanın psişik aygıtının bozulmasından mustarip olduğuna dikkati çekmişti. Biliyoruz ki çağımızda inanç sistemleri radikalleşerek insana faniyken elde edemediği mutluluğu öte dünyada bulmayı öneriyor. Zihinler katılaşıyor, bedenler dinî savaş aygıtlarına dönüşüyor. İnsan kendi türünden diğerlerinin varlığına tahammül edemez hale geliyor.
|
|
|
|
Sayfa: |
Beden kaslardan, damarlardan oluşan, belirli bir kalıba ait maddesel özelliklere sahip iken, zihin ise maddesel kalıplardan bağımsız ve özgürdür. Yoga pozları, asanalar, zihnin maddesizliğinden doğan esnekliği bedenin sınırlı yetkinlikleri ile uyumlu hale getirerek bir denge ve uyum yakalamaya çalışır. |
|
|
|
Sayfa: |
Yogayı, meditasyonu dikkatle inceleyenlerle, sinirbilimcilerin, tıp araştırmacılarının yoğun bir iletişime girdiği dönemdeyiz, başından beri biliniyordu, beden kendini stresle, travmayla hasta eder, iyi alınan nefes, meditasyonun getirdiği sakinlik, bedeni esnetmenin yarattığı oksijen seviyesi artışı da iyileşmenin önünü açar. Sadece bir saatlik bir uygulamayla dramatik bir değişikliğin hissedildiği yoga uygulaması, dünyada patlamasın da ne patlasın? |
|
|
|
Sayfa: |
Yoga farkındalık sağlıyor. Önce elinin, kolunun farkına varıyorsun, bir süre sonra bir bakıyorsun ki kendinin tanığı ve gözlemcisine dönüşmüşsün. Tanıklığı sadece matın üstünde değil her yerde gösterme kabiliyeti kazanıyorsun. Bunun için en önemli enstrüman sahip olduğumuz nefes. |
|
|
|
Sayfa: |
Yoganın binlerce yıl önce Hindistan’da başlayan serüveni, Kaliforniya ara durağından sonra, gene Kaliforniya kökenli Instagram’da son buluyor. Bu son durakta yoganın, ilk halinden geriye ne kaldığı, bu kalan şeyin ilk haliyle ne kadar benzeştiği veya zıtlığa düştüğü gibi sorular, aynı zamanda toplumun mevcut halinin gerçeklik ve onun temsilleriyle olan ilişkisine de ışık tutma potansiyeline sahip. |
|
|
|
Sayfa: |
Yaz sezonu gelip de güncel sanat ahalisinin sanatçısıyla, galericisiyle, koleksiyoneriyle ve hatta izleyicisiyle birlikte yazlık mekânlara çekildiği o sessiz dönemin hemen öncesinde görmeye alışık olduğumuz bir dizi sergi, genç sanatçılardan veya öğrencilerden birer işin toparlandığı karma sergiler...
İstanbul’da Haziran - Temmuz aylarında bu kategoride incelenebilecek dört sergi gerçekleşti. Bunlardan en köklüsü, bu sene otuz altıncısı düzenlenen “Akbank Sanat Günümüz Sanatçıları Ödülü” sergisiyken, bir diğeri Zilberman Galeri’de bu sene dokuzuncusu düzenlenen ve diğerlerinden farklı olarak sergilemenin yanında katılımcı sanatçılara maddi bir destek de veren Genç Yeni Farklı sergisiydi. Her yaz farklı bir üniversitenin güzel sanatlar veya ilgili fakültelerinden öğrencilerin işlerine yer veren Pera Müzesi bu sene kapılarını Hacettepe Üniversitesi’ne açmışken, genç sanatçıları desteklemeyi ana misyonlarından biri edinmiş Mixer Galeri de bu sene üçüncüsünü düzenlediği Mixer Sessions’da mekânını sektöre adım atmak isteyen genç sanatçılara açmıştı.
Genellikle belirli bir temadan uzak işlerin bir araya toplandığı bu sergilerin izleyici yakasında nasıl bir anlamı olduğu sorusunu bir kenara bırakarak, eğitimciler ve sanat profesyonelleri yakasında ne tür bir işlevi olduğunu detaylandırmak adına (Dilek Karaaziz Şener ile “Sarsılan İmge” sergisi üzerine ve Mixer Galeri direktörü Bengü Gün ile “Mixer Sessions III” üzerine) iki söyleşi yaptık.
|
|
|
|
Sayfa: |
Yeniler ressamları arasında bir isim vardır ki, pek üstünde durulmamış, dostları arasında çok sevilmiş sayılmış, insani değerleri ve sanatını paranın önünde tutmuştur. Alçakgönüllü ve zekidir. Sözünü ettiğim kişi Agop Arad (1913-1990). Orhan Veli’yi aramak isteyen önce Arad’ı bulur, aynı zamanda Sait Faik’in en yakın dostudur. Peki kimdir Arad? Ressamlığı ve resimleri bu kentin sıradan insanlarını, yaşama sevincini, yalnızlığını anlatan bir rint? Gazete ressamı? Sabahattin Ali davasını kamuoyuna tanıtan Vatan gazetesi ressamı? Mek kadeh? Hepsi... |
|
|
|
Sayfa: |
Bir yıldır hazırlıklarını bildiğim Kemaliye kitabı da, tıpkı çocukluk yıllarımın Gurbet gazetesi gibi, bütün bir yaz masamdan kalkmadı. Yaşımın yettiği zamanlarla dolu, bir bölüğünü şöyle böyle bildiğim, bir bölüğünü ilk kez öğrendiğim sorunları, kişileri, olayları taşıyan bu kitabın içindeki siyah-beyaz fotoğraflara zaman zaman büyüteç tuttum, bildiğim yerlere ve zamanlara yolculuklara çıktım, zaman zaman adı geçen tanıdıklarla ilgili anılarım saçıldı belleğime. Yazdıklarımın, düşlediklerimin, anılarımın toprağında yaşanmış bir tarihin sayfaları arasında gezindim. |
|
|
|
Sayfa: |
Sıkça karşılaştığım ‘dil arızaları’ndan söz etmek istiyorum. Efendim? “‘Dil Arızaları’ diye başlık attın ama şapkan yok!” mu diyorsun (‘ârıza’)? De; ben de onun için buradayım zaten. Şu soruyu sorarak: Yazılı dilin, üzerinde uzlaşılan, ortaklaşılan kuralları olmamalı mı; ya da neyi neden yapıyoruz, söylüyoruz; inandırıcı, samimi bir açıklaması? Dahası; dil duygusunun, duyarlılığının (tekil meraklardan öte) kamusal bir zemine, paylaşıma ihtiyacı yok mu? |
|
|
|
Sayfa: |
Aydınlanma kavramı bireyin kendisiyle ilgili hüküm verecek olgunlaşmaya erişmesiyle daha ilgilidir; ancak en azından Türkiye özelinde ‘aydın’ kavramı bir çeşit olmamışlık durumuyla daha iyi karşılanabilir sanırım. Atay’ın romanına ‘Tutunamayanlar’ adını vermesi boşuna değildir. |
|
|
|
Sayfa: |
Ruhi Su, geleneğin de yaşayarak gelişeceğini düşünenlerdendir. Bu bakımdan da geleneğe motamot bir taklitçilikle yaklaşmaz; geleneğin dinamikliğinin bilincinde biri olarak halkı anlamak ister. Halkı anlamının halk gibi söylemek, halk gibi davranmak olmadığı üzerinde durur. |
|
|
|
Sayfa: |
Edebiyatımızda birbirinden beslenen, ya da birbirine karşı çıkarak, isyan ederek var olan kuşaklardan bahsedilebilir ama sinemamızda büyük bir gelenek boşluğu var. |
|
|
|
Sayfa: |
Orhan Kemal tarlalardan ve fabrikalardan yükseleceğini düşündüğü sosyalist dünyanın sanatını yapmak için coğrafyaya yaslandı, çok iyi tanıdığı bir bölgenin dili içinden, kendine özgü anlatım yolunu kurdu. Sol edebiyat yükseldi yükselmesine de Orhan Kemal metinde apaçık siyaseti ya da (kendi deyişiyle) sosyolojiyi sevmedi; bir düşünceyi, tezi ya da önermeyi açıkça ortaya koymadı. |
|
|
|
Sayfa: |
Orhan Kemal’in çocukları konu aldığı öykülerindeki çocukların çoğunluğu çocuk olarak algılanmayan kişilerdir. Yazarın bu tutumu konusunda tabii ki çeşitli öngörülerde bulunulabilir. Bunlardan biri, neredeyse ‘patria potestas’ eğiliminde olan ve yazarın “Baba Evi” romanında iri gövdeli bir korkudan ibaret diye tanımladığı bir babanın gölgesinde yaşanamayan çocukluk olabilir. |
|
|
|
Sayfa: |
Yoksulluğun, açlığın pençesine düşen genç kızlar, hatta kız çocukları cinsel sömürüye alabildiğine açıktır bu ortamda, fuhşa sürüklenmeleri işten değildir. Kimileri “Fare Zehiri” öyküsünde bir eczanede kasiyerlik yaparak felçli babasına, kalabalık ailesine bakan onurlu, çalışkan göçmen kız gibi beş delikanlı tarafından kaçırılıp ırzına geçildikten sonra ölüme sürüklenir, kimileri “Kötü Kadın” olmaya. Kimsenin beğenmediği “Kötü Kadın”, dert yanar anlatıcıya: “Herkesin gözlerinin içine bakıyorum. Herhangi bir iş, o da yok. Ölmek istiyorum.” |
|
|
|
Sayfa: |
Şehir, balkon, bahçe, sokak belirgin mekânlardır Haydar Ergülen şiirlerinde; ancak “Eskiden Terzi” kitabı ile birlikte orman ve otel de bunlara eklenir. Orman, hem bizatihi ormana karşılık, hem de kadını, yalnızlığı, çokluğu, kaybolmayı, terki ve dahi hayal kırıklığını ifade için kullanılır şiirlerde. |
|
|
|
Sayfa: |
Edebiyat eleştirmenleri María Eugenia Vaz Ferreira’yı “modernizmin ve çağdaş Uruguay şiirinin ilk nüvesi” olarak değerlendirdiler. Şiirdeki başarısı ne yazık ki onu mutlu etmeye yetmedi. Ferreira’nın çalkantılı bir iç dünyası ve bunalıma düşmeye yatkın bir ruh hali vardı. |
|
|
|
Sayfa: |
Şairin kâhinliğine inanmıyorum.
Şair, “şimdi”nin içinde olup
biteni, olup bitmemiş bir şekilde
ortaya koyar.
|
|
|
|
Sayfa: |
Bildiğini yazmayı biyografi, otobiyografi, anı, hatta deneme türlerine bırakıp kendimizi sınırlamadan bilmediğini yazmaya yönelmek, muhayyilemizi susturmadan yaratma cesaretiyle işe koyulmak yaratım konusunda hemen herkesi özgürleştirecektir. Böylece gündelik yaşantımıza çok uzak, polisiye, korku, gerilim, büyülü gerçekçilik, bilim kurgu gibi türleri bile rahatlıkla üretebilir, kanatlarımızı dilediğimiz gibi açıp uçabiliriz. |
|
|
|
Sayfa: |
Ölümler ve Mandalina Kabuğu bir ilk kitap. Bir şairin poetik hedeflerini ve şiirinin yönünü ilk kitabına bakarak tespit etmeye çalışmanın doğru bir tutum olduğu kanısında değilim. Fakat ilk kitaplar bize, son derece önemli olduğunu düşündüğüm şu sorunun cevabını bulmamızı sağlayacak nitelikte veriler sunabilmelidir: Söz konusu şair, içine doğduğu şiir geleneğiyle ‘kabul’ ya da ‘ret’ ilişkisi dışında ne tür bir etkileşim süreci yaşamıştır? |
|
|
|
Sayfa: |
Ülkeleri yoktan var edenler gibi, vardan yok edenler de var. Var edenleri yazmak, anmak kadar yıkım ustalarını da bilmek gerekiyor. Tarihçi Procopius adı gibi kendisi de bin yıl kadar gizli kalan yapıtı Bizans’ın Gizli Tarihi ile uçsuz bucaksız bir ülkeyi tarih sahnesinden silen bir dönemin baş aktörlerini anlatıyor. 1600 yıl sonra Procopius’un yazdıkları insanlığın balık hafızası taşıdığı ve yem olmaktan kurtulamadığını gösteriyor. |
|
|
|
Sayfa: |
İtalyan şair Laura Garavaglia’nın Sayı ve Yıldız adlı kitabı adından da anlaşılacağı gibi bilimle şiirin buluşmasına güzel ve nadir bir örnek teşkil ediyor. Şair, geçmiş çağlarda yaşamış bilim insanlarını, aydınlarını şiirlerine konu edinerek şiirsel araştırmalar yapıyor. Bu her ne kadar bir Avrupalı için şaşırtıcı olmasa da bir Ortadoğulu için oldukça şaşırtıcı gelebilecek bir durum, çünkü bilimin ve şiirin farklı araçlara sahip olduğu ve birbirlerinden bıçakla ayrılmış gibi farklı alanlar oldukları düşünülür. İşte Laura Garavaglia’nın çabası burada dikkate değer olmaktadır. |
|
|
|
Sayfa: |
Türkçede kültürel entomoloji1 hakkında yazılmış çok az yayın var. Kültürel Entomoloji alandaki literatür eksikliğini biraz olsun gideriyor. Kitabın İngilizce kitapları da içeren kaynakçası, konu hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyecekler için yol gösterici bir niteliğe sahip. Kitapta ele alınan her konu zengin görsellerle desteklenmiş. Bu görseller kitabı anlamayı ve verilen örnekleri kavramayı kolaylaştırıyor. Kitabın böcekler ve insanlar hakkında farklı konuları ele alıyor olması, kitabı meraklı okur için de ilginç kılıyor. |
|
|
|
Sayfa: |
“Melâyê Cizîrî hakkında ne söylense yalan” demiş Kürt edebiyatına dair çalışma yürütenlerin önemli bir bölümü. Çünkü şaire ilişkin yazılıp çizilenlerin, daha doğrusu hayatıyla ilgili bilgilerin büyük kısmı tevatüre ve yakıştırmalara dayanıyor. Peki, elde ne var? En başta, doğum yerinin Cizre olduğu biliniyor. Sonra, medrese müderrisliği yapmasından ötürü kendisine “Cizîrî” dendiği de kesin bilgiler arasında. On altıncı yüzyılın ikinci yarısıyla on yedinci yüzyılın ilk yarısı arasında yaşayan Cizîrî; Şam, Mısır ve Irak’ı dolaşıp ilk icazetini Diyarbakır’da almasının ardından Hasankeyf’te müderrisliğe başlıyor ve bu sırada tek eseri Dîvân’ı yazıyor. O güne kadar yazıya dökülmüş ilk dîvân olduğu belirtilen Cizîrî Dîvânı, aynı zamanda geleneğin aksine de işaret ediyor: Cizîrî, dîvânını Farsça değil, Kürtçe kaleme alıyor. |
|
|
|
Sayfa: |
Dünya hiçbir zaman güvenli bir yer olmadı. Ama buna inandığımız zamanlar oldu. En tekinsiz yerlerde bile bize güven duygusu veren insanlar. “İyisin değil mi?” cümlesi, temenniye dönüştüğü gün büyü bozulmuştu oysa. Anlatmaktan çok sorular sordurma hali bundandır L. Karataş’ın. |
|
|
|
Sayfa: |
Özge Sönmez’in şiirlerindeki ‘Tanrı-devlet-baba’ figürüne bakmakta yarar var. Sönmez, Güle Batır Öfkeni kitabının ilk şiirinden son şiirine kadar bizi bu üçgenin içinde gezdiriyor. |
|
|
|
Sayfa: |
Serkan Türk’ün “ben” dilini kullandığı diğer öykülerinde kahramanları genellikle düş dünyasına sığınır. Ben dili; anlatıcı için birçok zorluğu beraberinde getirdiği gibi yazar ve anlatıcı, okuyucu algısında çok zaman aynılaşır. Bu tehlikeyi, aynılaşmayı bile bile takıntılı karakterler yaratmak yazar için cesurca bir davranış. |
|
|
|
Sayfa: |
Hilmi Yavuz “kuru kalpler, çürük şiirler” den ne anlıyor? Kalbin kuruyabildiğini (sevgisizliği mi?), şiirin de çürüyebildiğini (kötü şiiri mi? ya da şiirin değerini, önemini yitirdiğini mi?) söylüyor? Pek anlaşılmıyor, yalnızca kendi şiirlerinin çürümemesi için dua ediyor. Bir de “Şiir hangi sözcüklerle yazılmalı?” sorsuna şu yanıtı veriyor: “Vapur” sözcüğü ona göre şiirsel değildir ama “gemi” sözcüğü şiirseldir. Orhan Veli ve Yahya Kemal’de “gemi” sözcüğünün “vapur”la değiştirilemeyeceğini belirtiyor. “Öyleyse sözcüklerin şiirselliği onların özünde değildir mi diyeceğiz? Dolayısıyla bu durumda sözcüğün, içinde yer aldığı bağlamın ona şiirsellik atfettiğini mi söylemek durumundayız? Tıpkı Duchamp’ın ‘pisuar’ı gibi?” (Lirik Defterler, Ocak 2018) Bu tartışmalı konuda bir sonuca varmak olası mı? |
|
|
|
|
|
|
|