|
|
AĞUSTOS
|
|
|
|
Sayfa: |
Toplumsal yapının ve kültürel kodların süratle değiştiği bir dönemde “milli bayramlar”ın artık kamudaki kurumlarca kutlanmıyor oluşu, askerî iradeden çıkışın göstergesi sayılsa da, resmî ideolojinin el değiştirdiği zamanlara denk gelindiğinde şiir adına bir kazanımdan bahsetmek mümkün olmayacaktır. Yeşilin tonunun değişmesi şiire çocuklar nezdinde itibarını teslim etmenin imkânını sunmamıştır. |
|
|
|
Sayfa: |
Bir ülkenin eğitim politikası ile kültür ve çocuk kültürü, edebiyat, sanat ve bilim politikası bire bir ilişkilidir. Eğitim politikasına yön verecek dersleri kavratıcı yöntemler kadar şiir, edebiyat ve sanat eğitimi aynı önemde program içeriklerine yansımadıkça ve gerçekleşmedikçe, bugün olduğu gibi, eğitim ve öğretim şiirsiz, edebiyatsız ve sanatsız olarak sürüp gider. |
|
|
|
Sayfa: |
Çocuk eğitiminde şiirin yeri konusunda öncelikli kaynaklardan biri çocuk dilinin özellikleridir. “Oradaki gemi güneşe gitti”, “Yağmur da üşüyordur şimdi dışarıda”, “Bebeğin sesi kırmızı”, “Okyanus büyük bir böcektir”, “Şimdi karanlığın içinden geçeceğiz” gibi sözler kızlı erkekli okul öncesi çocuklardan alınmış sözler. Bu sözlerle Dağlarca’nın bir şiiri arasındaki bağ, benzerlik ve dil, bu konuda bir fikir vermelidir: “Anneciğim büyüyorum ben/ Büyüyor gölgede kamış/ Fakat değnekten atım nerde?/ Kardeşim su versin ona susamış”. |
|
|
|
Sayfa: |
Çocuklar için yazarken yalnız iyi öykü, iyi şiir yazmak yetmez, aynı zamanda pedagog, psikiyatrist, sosyolog gibi düşünmeniz gerekir. Okurunu fark edebilmiş, tanıyabilmiş bir şair çocuğa şiiri sevdirebilir. |
|
|
|
Sayfa: |
Müfredat, milli eğitim… filan. Evet, akşamdan sabaha düzeltilemeyecek sorunlar bunlar ama yine de yapabileceğimiz bir şeyler var. Bu yazıyı okuyorsanız ve çocuk, yeğen, torun sahibiyseniz, kitaplığınıza bakmanızı istiyorum. Kaç çocuk şiiri kitabı var orada? Ve gerçek şiir niteliği taşıyorlar mı? |
|
|
|
Sayfa: |
Sanat nedir, şiir nedir diye sözlük karıştırıp genelgeçer tanımlarla yol almak istemem; çünkü benim algımda sanatın her dalı, öznel dünyanın dışa özgürce taşımıdır; tariflere, tanımlara, klişelere sığmaz, ani bir volkan patlaması gibi, hesapsız, plansız fışkıran coşkun bir ritimdir. |
|
|
|
Sayfa: |
Mayıs-Haziran aylarında İstanbul’da gerçekleşen ve içeriklerinin yanı sıra kurgularıyla da dikkat çeken üç iyi serginin ortak noktaları; sanatçılarının kadınlardan oluşması, bağımsız mekânlarda sergilenmeleri ve hem güncel sanat ortamının, hem de ülkenin içinden geçtiği karamsar ortama rağmen izleyiciyi dirençli ve pozitif olmanın gerekliliği üzerine düşündürmeleriydi. Sena Başöz’ün Depo’da açtığı “Hafiflemeye Dair” isimli solo sergi, ülkenin sosyo-politik gündeminden ağırlaşmış zihinlerimize bir tür hafifleme önerisi getirirken, Özden Demir’in Adahan’da sergilediği “Muhafaza” isimli solo sergisiyse sanatçının mikro otobiyografik hikâyeleri üzerinden memleketin makro meselelerini düşünmeye davet ediyordu. Çoğunluğu kadınlardan oluşan bir grubun Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi’ne destek amacıyla düzenlediği “K.E.Ksevenler” sergisiyse, kütüphaneye 20.000 TL’lik bir bağış toplamanın ötesinde, kıymet bilme ve dayanışma kavramları üzerine bir tartışma ortamına önayak olmaya niyetleniyordu. |
|
|
|
Sayfa: |
Yabancılaşma, yalnızlık, sevgisizlik, tedirginlik, delilik, sinmişlik, iletişimsizlik ve ötekileşme/nesneleşme Ürgüp öykülerinin karakteristik unsurlarını oluşturur. Alegorik, sembolik, soyut anlatı evreni bilinçbilinçdışı- rüya ekseninde karmaşık bir yapıya dönüşür. Gerçek ve gerçeküstü arasındaki çizginin belirsizleştiği öykülerinde kişiler de muğlaklaşır. Varoluşçu imgelerle derinleştirilen anlam dünyası, okurun bilgi ve izlenimlere göre zenginleşir. |
|
|
|
Sayfa: |
1970’lerde genç edebiyatçılar olarak, “egemen sınıf ” yanlısı edebiyata karşı tavır alırken, edebiyatı yenilik fetişizmine ve marjinalliği kutsamaya indirgemiş modernist edebiyat anlayışıyla da, ufku sınırlı ve hamasi bir popülizmi benimsemiş edebiyat anlayışıyla da aramıza bir çizgi çekme çabasına girişmiştik. Varlık’ın Haziran sayısındaki yazıma, benzer temsillere soyunarak, Tuğrul Tanyol’un ve Salih Bolat’ın verdikleri cevapları okuyunca, kendimi yeniden o yıllarda hissettim. Bu biraz “nostalji” duygusu verdiyse de, “bir arpa boyu yol” alınabildiği kaygısı uyandırmaktan da geri kalmadı. Değil mi ki, birine göre zaten “yetmişli yıllarda”, birine göre “yirmili yaşlarda” takılı kalmışım! Tartışmayı, onlarla “anlaşmak” için değil, bazı bilgileri tazelemek ve hakikat arayışları samimi olan genç kuşaklara aktarmak açısından bir “vesile” sayıyorum. |
|
|
|
Sayfa: |
Jack Kerouac, 4 Mart 1947 günü, Neal Cassady’yi 42. Street’deki duraktan bir “Greyhound” otobüsüne bindirip, Denver’a uğurladıktan sonra, Ozone Park’taki anne evine çok keyifsiz döner. Neal Cassady’nin gidişi, bir ıssızlık etkisi yaratmıştır. 19 Nisan’a kadar evden nadiren çıkar. Gece gündüz, çok az uyuyarak, The Town and the City’ye çalışır. Romanın 380.000 sözcük olmasını tasarlamıştır. Tek tek sayar. Son 3 ayda 85.000 sözcük yazmıştır. Daha önce yazdığı 65.000 sözcükle birlikte, 19 Nisan’da romanın 150.000 sözcüklük kısmını tamamlamıştır (Joyce Johnson). Başarısını kutlamak için yürüyüşe çıkar. Eve döndüğünde, dinlenmek için, Francis Parkman’ın The Oregon Trail’ini (1849) okumaya başlar. The Oregon Trail, bütün düşüncelerini değiştirir. Yazacaksa, Amerika hakkında yazmalıydı. Bunun için de Amerika hakkındaki her şeyi öğrenmeliydi (Hal Chase’e 19 Nisan 1947 günlü mektubundan). Hemen bütün eyaletlerin yol haritalarını edinir. Onları mutfak masasına yayıp, günlerce inceler. |
|
|
|
Sayfa: |
Sanat söz konusu olduğunda çalışma vardır, ama emek yoktur. Bu iki sözcüğü birbirine karıştırmamak gerekir. Bir sanatçı, bir şair çalışmadan başarılı olamaz. Ne var ki ortada yetenek yoksa, ya da kıtsa o kişi istediği kadar çalışsın başarılı olamayacaktır. |
|
|
|
Sayfa: |
Öncelikle Attilâ İlhan’ın yazdığı bir senaryoyu yönetmen olarak biraz değiştirmeye kalkışmak pek mümkün değildir. Yani aradan bir tuğla çektiğinizde duvar nasıl yıkılırsa, onun yazdığı bir sahneyi çıkarmak da senaryoyu zedelerdi. Diyaloglarına müdahale etmeye kalktığınızda da kendine özgü dili bozar, anlamını yitirirsiniz. Bu nedenle kendi senaryoları için ‘demir senaryo’ derdi. Gerçekten de çok etkileyici diyaloglarla ve şairene cümlelerle yazdığı senaryolar iz bırakmıştır. Filmleri izleyenlerin unutamadıkları ve hâlâ dillerinde dolaşan cümleler olmuştur. |
|
|
|
Sayfa: |
Attilâ İlhan bir şair olarak ne kadar politik göndermelerde bulu nursa bulunsun, şiirlerinin arka planında ne kadar siyasal yaşantılar bulunursa bulunsun, bir aşk şairi olarak bilinir. Çünkü şiirlerinin en açık izlekleri bile genellikle politik olmayan ve duygusal bir atmosferde gelişir. Örneğin, “Sana Ne Yaptılar” adlı şiirinde, politik nedenle gözaltına alınıp bırakılmış bir genç kız anlatılırken bile okur bir aşkın öznesi nden söz edildiği izlenimi edinebilir. |
|
|
|
Sayfa: |
Bundan belki 2-3 yıl öncesine kadar kitap fotoğrafı üzerinden yapılan paylaşımlar çoğunlukla eleştirilerin hedefi olmakta veya karikatürsel mizahın eleştiri oklarını üzerine çekmekteydi. Ama geldiğimiz noktada Instagram üzerinden bir okur hareketi başladığını görebiliyoruz. |
|
|
|
Sayfa: |
Özne- nesne, arzulayan-arzulanan, sömüren-sömürülen gibi dikotomilerin dengesini sarsmayı becerebilen “Yakınafrika”, bugünün insanının yüklendiği her ne varsa okuyucuya sunabilen, farklı, tartışmalara, incelemelere açık, kuvvetli bir metin. Post-kolonyalizm izleklerinden masalsı, gerçeküstü detaylara, psikolojik incelemelerden postmodern teorilere hemen hemen her eleştirel okumaya müsait. |
|
|
|
Sayfa: |
“Hallyu” iki boyutlu kültürel üretim ve akıştır, bir yandan melez ve ulusötesi ve oldukça tecimsel anlatı ve üsluplar iken, bir yandan da Kore ve Korelilik markasını ve örtük milliyetçiliğini üreten içeriklerdir. Kore yaratıcı içerik endüstrisinde düş fabrikası dramalardan, güzellik miti, estetik ve yaşam tarzı fantazileri kurgulanmasına doğru bir yönelim söz konusudur. |
|
|
|
Sayfa: |
Octavio Paz’ın “şiirimizin görünmez oksijenidir” dediği Huidobro 1893 yılında Santiago’da varlıklı bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Bir süre Cizvit okuluna devam etti. Emile Zola okuduğu için okuldan atıldı. Annesinin de yardımıyla kendini eğiterek erken yaşlarda ilk şiirlerini yazmaya başladı. Mona Lisa takma adıyla yazan annesi, Şili’nin önemli yazar ve feminist aktivistlerindendi. Huidobro, annesinin çevresinin yardımıyla ilk şiir kitabını 18 yaşında yayımladı: Ecos Del Alma (Ruhun Yankıları). |
|
|
|
Sayfa: |
Bugün hayatımızın pek çok alanında bütünlük yok. Parçalanmışlık var. Bu durum elbette şiire de yansıyacak. ‘Tematik bütünlük’ ifadesi bana oldum olası gereksiz gelmiştir. Belki de müfredatın şiirleri pastoral, epik, lirik, didaktik vs. diye ayırmış olmasından. Bu baştan ayağa sakat bir adlandırmadır. Bütün bu sıfatlar içinde bir tek ‘lirik’ adlandırmasının şiirin tarihi serüveniyle bağı olabilir. |
|
|
|
Sayfa: |
En bilinen tanımıyla bilinçakışı, şimdiki zamanda karakterlerin aklından geçenlerin ben anlatıcı aracılığıyla doğrudan aktarıldığı bir yazınsal tekniktir. Gerçekte olduğu gibi düşünceler kronolojik bir zamana bağlı olmadan akar, zihni an içinde uyaranlara, anımsama, çağrışım ve karşılaşmalara göre dizilirler. Bununla birlikte gerçekte zihindeki düşünce dolaşımı tek noktaya ya da bir konuya odaklanmazken, yazınsal metinde kahramanın düşündüğü her şey yapıtın ana meselesinin aktarılmasına hizmet edecek biçimde kurgulanır. Kişi yalnızca yazarın okura iletmek istediklerini düşünür. |
|
|
|
Sayfa: |
Fikret Başkaya geçmişe dönüp tarih kitabı yazıyor, Tanpınar geçmişe bakıp roman yazıyor, ben olaylar olduğu an kayıt tutuyorum. Edebiyatın böyle bir gücü var: Tarihi ele geçiriyor. |
|
|
|
Sayfa: |
Pek çok duygunun, yaşanmışlığın ve düşüncenin yer aldığı şiirlerinde Beckett, yaşamından parçalar sunuyor, farklı dönemlerde farklı kelimelerle dışavurulan insanlık halleriyle karşımıza çıkıyor. “Başka bir hayat yaşa” diyen ses oluyor bazen, kimi zaman da hayatta kaldığına inandığı son sözcükleri bulup çıkarıyor. |
|
|
|
Sayfa: |
Kırlangıç Çığlığı’nda da iki ana ileti var. Biri çocukların cinsel istismarı, diğeri Suriye’den ülkemize gelen göçün yarattığı toplumsal sorunlar ve bu bağlamdaki organ satışını örgütleme rezaleti. Ahmet Ümit ilginç polisiye kurgu içinde gözlerinizin dolmasına neden olacak toplumsal yaralara dokunurken önyargılarımızın yanlış olabileceğine de başarıyla değiniyor. |
|
|
|
Sayfa: |
Cehennemde Bir Ada savaşın tüm dehşetini çocukların penceresinden bakarak anlatan bir yapıt. Bu romanda cehennem; İkinci Dünya Savaşı’nın tüm korkunç cepheleriyle sürdüğü Avrupa’dır. Cehennemin ortasında yer alan, sığınılan ada ise İstanbul... |
|
|
|
Sayfa: |
Aşut, yazdığı önsözde, geç yaşlarda kitapları basılan ozanları sıralarken, kendi gecikmişliğini “hep örgütlü savaşımın içinde” oluşuna bağlar. Şiirden kopmaz ve en elverişsiz koşullarda bile şiiri düşündüğünü belirtir. Şiir kitabının ortaya çıkış sürecine değinir. Şiir anlayışını “Lirizmi önemsiyorum. Anlamı dışlamayan, süssüz, yalın, içtenlikli bir şiirden yanayım” (s.13) diye açıklar. |
|
|
|
Sayfa: |
Kleinman’ın kullandığı basit dil ve kitap içerisindeki birçok resimli anlatı, sıkıcı ve bunaltıcı gibi görünen başlıkların rahatlıkla okunması ve hazmedilmesini sağlıyor. Felsefe deyince gözü korkanlardansanız, bu kitabı okuduktan sonra fikriniz değişecektir. Ve eminim ki, merak duygunuz körüklenecek, felsefenin daha derinlerine ineceksiniz. |
|
|
|
Sayfa: |
Türkiye’de doğan, yaşayan bir insanın akıl sağlığını koruduğunu ve herhangi bir konuda sağlıklı kararlar verdiğini söylemek mümkün değil. Bunu temel sebebinin de, toplumsal “duyarlık” ve etiketlerden ziyade, devlet eliyle ekilen kin tohumlarının etkisi olduğunu düşünüyorum. |
|
|
|
Sayfa: |
Göremediğim, edinemediğim, adını duyduğum dergileri hep merak ederim, çünkü onlar benim dünyamdır, edebiyata giriş yaptığım, yeni şair ve yazarları tanıdığım bahçe kapımdır. |
|
|
|
|
|
|
|