|
|
HAZİRAN 2018
|
|
|
|
Sayfa: |
Varlık’ta Mart sayısından bu yana kent konulu üç dosya yayımladık. İlkinde kentsel dönüşümü, ikincisi ve üçüncüsünde kent, sanat ve sokağı ele aldık. Kent dizisinin sonuncusu olan bu dosyadaysa, kent ve farklılık arasındaki bağa odaklandık. Küreselleşen dünyanın kalbi kentler sınıfsal, kültürel, dinî, etnik ve cinsel farklılıklarıyla birbirinden apayrı insanların mekânıdır. Kent üretim ve yeniden üretim mekânı olarak insanlık tarihi boyunca farklılıkların ve başkalıkların bir arada yaşamasına hem kucak açmış hem de onları dışlamıştır. Bu nedenle dosyada kentin farklılık, başkalık ve marjinallikle bağını ele almaya çalıştık.
Nilgün Tutal, Sipoza’dan hareketle başkasını, ötekini sevme kapasitemizin olup olmadığını, olabilecekse neyle beslenebileceğini yazdı, “Spinoza: Amour Intellectualis ve Amour Intellectualis Dei”de Tutal’ın Spinoza’nın Kısa İncelemeler başlıklı eserinden yaptığı okumaya dayanarak, yerkürenin küreselleşme olgusuyla birlikte ekonomik, kültürel ve politik motoruna yeniden dönüşen kentlerindeki kültürel, dinî, etnik, sınıfsal ve cinsel farklılıklara haiz insanların birlikte yaşamakta niye zorlandığı sorusuna cevap bulmaya çabaladı: Evrensel sevgi gücüne sahip miyiz? İnsani gücümüz yetkinleştirilebilir mi?
Kentlerin geçmişten günümüze farklı nedenlerle ortaya çıkan göçün mekânı olduğunu biliyoruz. Şükrü Aslan “Ulus, Kent ve Hemşehrilik” başlıklı yazısında kente göçenlerin ancak cemaat bağlarını sürdürerek kentli ve yurttaş olabileceğinin altını çizdi. Hemşehriliğin ulusallık, yurttaşlık ve kentle bağlarını tartıştı. Hemşehri derneklerinin iç göçle kente gelenlerin milli homojenlik dayatmasına direnmelerini anlattı.
Modern kent dışlanmanın yaygın bir deneyime dönüştüğü bir yer olmanın dışında en çok da sahipsizlerin yaşam alanı olagelmiştir. Pelin Aytemiz çok-kültürlü kentlerde yaşayanların farklılıklarının ölümle birlikte mezar kültürlerinde ifade ediliş tarzlarını yazdı. “On Tuğla Taştan Veda Mekânlarına: Türkiye’nin Yas Tutan Mezar Taşları” başlıklı yazı, mezarların kentlerde, özellikle de Türkiye’de ki kentlerde, yüzüstü bırakılıyor oluşunun insanlığın olduğu kadar kentinde de hafızası için yarattığı olumsuzluklara dikkati çekti.
Kentin kimsesizler mezarlıklarını yazmayı Berfin Atlı üstlendi. Kente gelip de sokaklarda işsiz, sahipsiz, evsiz barksız ve isimsiz yaşayanların Kilyos Kimsesizler Mezarlığı’ndaki yaşam sonu hikâyelerini yazdı. İstanbul’da Kimliksizliğin mekân üzerindeki dönüştürücü etkisi nedir sorusuna cevabı, “Hüviyet-i Meçhul: İstanbul’da Bir Kimsesizler Mezarlığı” başlıklı yazısında yanıtlamaya çalıştı.
Kent konusu bitmez tükenmez bir konu. Çünkü kente çağımızda tarihte olduğundan daha fazla kapitalizminin can damarlarının ve tüketim mabetlerinin yeri. Her şeyi kendine çekiyor, soğuruyor ve kusuyor. En kentlisi bile kusulan olmaktan payını alıyor, kentten uzakta yaşamayı düşlüyor. Kente hâlâ daha iyi yaşamak için umutla gelenlerse, dışlanmanın hemen her türlüsünün hedefi olmaktan kurtulamıyor.
İyi okumalar dileriz.
|
|
|
|
Sayfa: |
Dinler, örneğin İslam ‘kulu Yaratan’dan ötürü sev’ diye buyurur. Bu kulu
değil Yaratıcısını sevmektir. Spinoza daha dolambaçlı bir yoldan gider ve
insanın tözün bir tarzı olması sebebiyle kendi yıkımına yol açmamak için
çaba gösteren bir varlık olduğunu söyler.
|
|
|
|
Sayfa: |
Türkiye “hemşehrilik” olgusunun,
ulusallık idealinin çeşitli
biçimlerde deneyimlendiği ender
ülkelerden biridir ve bütün bu
tartışmalar açısından öğretici bir
“araştırma sahası”dır. Zira hem
yüzünü Batı’ya dönen ve onu referans
alarak katı bir merkezî ulusallık
inşa etmeye çalışan ve dolayısıyla
yerellik haline modernite
projesinin mantığı gereği olumlu
bakmayan bir deneyime sahiptir.
Öte yandan onlarca farklı dil,
kültür, gelenek ve kimliğin hayat
bulduğu ve çoğu kez her bir yerelin
ötekinden ayrıldığı kendine özgü
sosyal sınırların bulunduğu bir
toplumsal coğrafyadır.
|
|
|
|
Sayfa: |
Mezar taşları okunduğunda, kaybedilen kişinin toprakta çürüyen bedeninden
ziyade geride kalanların zihinlerinde onu çağrıştıran anıların düşünülmesi
beklenir. Böylelikle fiziksel beden yerine ölünün toplumda yer ettiği şekliyle
sosyal varlığının bedenleşmiş hali anılar ile ön plana çıkar.
|
|
|
|
Sayfa: |
Mezarlıkları ulusal kimlik inşa
mekânları şeklinde yeniden kurgulamaya
ve onları ölüyle bağ kurmaya
imkân veren hafıza mekânları
olarak düşünmeye, kimsesizliği ise
bu hafızanın en bulanıklaştığı yer
olarak tahayyül etmeye çalıştım.
Bunların sonucunda, “Kimsesizlik
ne demek? Kimin kimsesiz olduğuna
kimler, nasıl karar veriyor?
Kimsesizlik hangi koşullarda
ve nasıl üretiliyor? Bir kimsesizler
mezarlığına neden ihtiyaç duyuluyor?
Defin alanları neden kimliklere
göre bölünüyor? Kimsesiz diye
tanımlamak bir politika mı? Eğer
bu bir politika ise nasıl meşrulaşıyor?”
gibi sorular ortaya çıkmaya
başladı. Bu soruların çoğu muğlak
cevaplara gebeydi ve ben de bütün
bu sorularla Kilyos’a gittim.
|
|
|
|
Sayfa: |
Kültürel İktidar! Benim de bir zamanlar kafamı kurcalamış bu tartışma
aslında sağ kesimin yıllardır süren kültür kısırlığının bir ifadesi olarak
son birkaç yıldır yeniden doğdu. Yakın zamanda önce İbrahim Tenekeci,
arkasından İsmail Kılıçarslan “Yeni Şafak”ta birer yazı yazmışlar; belki
de yaklaşan seçimlerin yarattığı bunaltıcı siyasi ortamın dışına çıkabilmeyi
umarak bu konuya dönme gereği duymuşlar.
|
|
|
|
Sayfa: |
“Nâzım’ın ölümü nedeniyle kendisinden yazması istenen Aragon’un söylediklerini anımsıyorum: ‘Hayır, yazamam, şimdi olmaz, rica ederim. Bırakın benim için bütünüyle ölsün… Bu insan içimde terütaze yaşadıkça hiçbir şey yazamam. Şimdi olmaz. Daha sonra…’” |
|
|
|
Sayfa: |
Son 20 yılın siyasetindeki kutuplaşma karşıt iki tavır ve insan tipi yaratmış gibi görünse de aslında birbirinin ikizi olan, ama karşısındaki gibi olmadığına inanan insanlar yarattı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında dışlandığını savlayan kesim her ne kadar ideolojik olarak dine yaslansa da, savladıkları kadar Müslüman olamadıklarını kendileri bile hâlâ anlayabilmiş değiller. Onlar da karşıt kesim gibi 150 yıllık kafa karışıklığının ürünü çünkü. Kendini modern olarak görenler ise modernleşmenin gerektirdiği insan tipine dönüşemediler. İnsan hakları ve demokrasi konularında eğitimli bir Batılının tepkisini gösterecek çok az üniversite mezunu insana sahibiz. |
|
|
|
Sayfa: |
Tanyol’un tanımladığı biçimde birilerinin zorlaması ve belirlemesi ile, bir sanatçı tarafından üretilen ve sonunda bir yerlere arz edilen ürünlerin sadece “kullanım değeri”ne dahil olduğunu varsaymak zor. “Değişim”in her zaman rızai olmadığı malûm. Dahası, özellikle kapitalizm döneminde, çoğu kez sanatçının hiç de arzulamadığı ve tepki duyduğu biçimde (yani yine bir bakıma zoraki biçimde) sanatın metalaşması, yani “değişim değeri”nin alıp başını gitmesi, hiç de “matah” bir durum değildir. Bunun yarattığı sıkıntıyı günümüzde de fazlasıyla gözlemliyor ve yaşıyoruz. |
|
|
|
Sayfa: |
Türkiye’de senaryo yazımının önündeki en büyük engel yazarların okumuyor olmasıdır. Yani bu senaristler edebiyattan faydalanmıyorlar. Edebiyat, yazının mükemmelleştiği, yazıyla bir fikir ve dünya yaratmanın çok olgunlaştığı bir sanat alanıdır. Hikâye anlatmak yazıyla başlamıştır. Bir başka hikâye anlatıcısı; bu müzisyen olabilir, ressam olabilir, dansçı olabilir, tiyatrocu olabilir, sinemacı olabilir. Bunların hepsi diğer hikâye anlatıcılığı alanlarından ilham alırlar. Sinema da yazıyla başladığı için, geleneğinde yazı bulunduğu için edebiyat dünyasından örnek alması, ona bakması çok normal bir şeydir. Başka bir şey daha diyecek olursam, ben bir hikâye anlatıcısıyım. Hikâye yaratıcısı değilim. Bunu yapabilirim ama bu mesleğin adı anlatıcılık; sen bana bir hikâye anlat, ondan sonra o hikâyeyi bir de ben anlatayım. Benim işim bu. Fıkradan örnek verelim, sen anlatırsın kimse gülmez, öbürü anlatır herkes güler ya; işte anlatım bu ikisinin arasındaki belirsiz garip alanda duruyor. |
|
|
|
Sayfa: |
Hüseyin Kıran’ın Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor romanı, ‘etrafı kalın bir duvarla çevrili kalenin’ içinde yaşadığı söylenen kasaba halkının kayıtlı olduğu defterden Yakup’un çağrılmasıyla başlar. Yakup, görevi gereği kulağına ‘f ı s ı l d a n a n’ ismi bulup “…hükmü bildirme[li] ve bunun gerçekleştiğinden emin olana dek kendisine eşlik etme[li], kapı görevlisine çağrılan sakini teslim etme[lidir]” (Kıran, 2016: 7). Görevini yerine getirmek, kendini yakalamak için evine gittiğinde Yakup suçunun ne olduğunu bilmemektedir fakat yine de kendisine zorluk çıkarmaz. Kendini Yüce Meclis’in önüne çıkararak görevini layıkıyla yerine getirir. Neden çağrıldığı Yakup’a söylenene kadar yaşanan tedirginlikte, roman boyunca göremeyeceğimiz –aslında her yerde olan– Yüce Meclis’in otoritesi belirmeye başlar. |
|
|
|
Sayfa: |
20. yüzyıl Aztek edebiyatçılarının
en önemlilerinden olan-
Rosario Castellanos (1925-1974)
çalışmalarında kadın olmak ve
Meksikalı olmak gerçeklerini konu
edindi. Meksika’da kadın olmanın
ne anlama geldiğini sorguladı. Kadının
evlilikte, annelikte ve toplum
içindeki diğer rollerine odaklandı.
İçinde yaşadığı erkek egemen
toplumun baskıcı yüzünü sergileyip
toplumsal adaletsizlik ve kadın
hakları üzerine yoğunlaştı. Rosario
Casttellanos feminizm hakkında
önemli bir farkındalık yarattı. Çalışmalarının
tümünde feminizmin
izlerini görmek mümkündür.
|
|
|
|
Sayfa: |
Toplumlar ideolojilerle yaşıyor. Din de bir ideolojidir. Yasa ayrıca bir ideolojidir. Gizli ve ateşli bir ideoloji. Bir toplumda düzinelerce ideolojiye rastlanır. Birbirleriyle mücadele halinde. İnsanlar dünyanın bu vizyonlarıyla yaşıyorlar. Şair bütün bunları açıkça görüyor. Şair onları gösterir, yani bu ideolojilere karşı gerçekleri gösterir. Yani şiir dünyada görülenlerle uyuşmuyor. |
|
|
|
Sayfa: |
Baharat kokularının sakladığı, renklerin ve ışığın durmadan değiştiği, yerin altıyla üstünün sürekli birbirine dönüştüğü, sandal ağaçlarının yaktığı bedenlerin toz olup havaya karıştığı bir zaman kapısıdır burası. Üç bin yıllık “Ramayana” ve “Mahabbarata” destanlarının geçmişteki gizemi daha da koyulttuğu sır dolu toprak. Hint ülkesi… Kapısının önünde bekleyenlere kolay izin vermeyen bir kara delik. İçine çekiyor beni. |
|
|
|
Sayfa: |
Şiir; ağır işleyen, tenhaya, köhneye yakın oturan zamanı; ahşabı, bakırı komşu bilen çevreyi; trene, gemiye, vapura binmek isteyen, asfalttan ziyade toprağa, patikaya meyleden yolcuyu bağrına yakın tutar; ama dünya değişti. Vitrine bakanlar vitrine yerleşti; televizyon izleyenler, yurttaş haberciliği etrafında cep telefonlarının hızıyla birer muhabire, bazen muhbire dönüşmekte gecikmedi. |
|
|
|
Sayfa: |
Sait Faik 111 yaşında, hâlâ bizimledir bugün. Üstelik kendisine atfettiği gibi de lüzumsuz bir adam değil, tam tersine gayet lüzumlu bir adamdır. Bu dünyadan geçmesi, yazması ise bizlere büyük bir armağandır. İyi öykünün anahtarları da ondadır. |
|
|
|
Sayfa: |
“Gök Derinin Altında Nazlı Karabıyıkoğlu’nun İskele, Olivya Çıkmazı ve Hayvanların Tarafı’ndan sonra dördüncü kitabı. Gerçekliğin Şamanistik unsurlarla tahrif edildiği, gerçeküstü imgelere yer veren metin pek çok çeşitli okumaya müsait. Sona erme, ortadan kalkma, parçalanarak yok olma meselelerini poligamik ilişkilerde, yozlaşan entelektüellerde, bilhassa Türkiye’nin dejenere sanat çevrelerinde irdeleyen Karabıyıkoğlu, bir yandan insan iradesindeki haz ve arzu dikotomisini incelerken bir yandan da ne idiği belirsiz, görenleri hayrete düşüren cinselliklerle yaratıcı birey olarak sanatçının ihtimaller dünyasındaki tıkanmışlığını, “Dağın Öte Tarafı”, “Aslan Başlı Kadın” gibi öykülerinde Yunan ve Türk mitolojisindeki tanrılarla paralel inceliyor. Karabıyıkoğlu bunu yaparken yarı insan yarı hayvan, yarı tanrı yarı insan karakterler okuyucuya eşlik ediyor.” |
|
|
|
Sayfa: |
Kitaplarında romantizmin, natüralizmin ve realizmin
izlerine rastlanan Guy de Maupassant, zaman zaman fantastik,
çoğunlukla karamsar, 1800’lerin yükselen değerleri
karşısında kapıldığı korkuyla ülkesi Fransa’da toplumun
nasıl yavaş yavaş çürüdüğünü anlatan metinleriyle öne
çıktı. Başka bir deyişle bildiği dünyanın sonunun geldiğini
düşünerek kaleme kâğıda sarılan Maupassant; açgözlü
burjuvaları, çeşitli oyunlarla yaşamını sürdüren bürokratları,
hırslı çiftçileri, yeni düzene ayak uyduran rahibeleri,
doktorları, denizci ve fahişeleri karakter haline getirdi.
|
|
|
|
Sayfa: |
Gerçekliğin farkına vardım mı sahiden? Vardımsa bu
fark edişle ilgili nasıl bir travma yaşıyorum? Bunları benim
değerlendirmem çok zor şu travmalı halimle. Anneye
doğru kaçarken çocukluğuma mı rastladım, çocukluğuma
koşarken anneyi mi buldum, ondan da emin değilim.
|
|
|
|
Sayfa: |
Kitaba ismini veren “Hiç Aklımda Yokken” adlı öyküde günümüz insan tipi çok başarılı ele alınmış. Sıradan hayatlarımızı farklı göstermeye çalışmamız, şunu yaparsam çok havalı olacağım yönündeki düşüncelerimiz, karşımızdakini etkilemek için umursamaz tavırlar takınmamız… Oysa her birimiz hayatımızın bir alanında kaybedip, yalnız kaldığımız o ilk anda ne kadar sıkıcı olduğumuzun farkına varıyoruzdur. |
|
|
|
Sayfa: |
İlk kitabı, Seksenlerden Doksana ile başlayan yazma
serüveni, Bir Aşk Denemesi’nde aşka geçiş yapar ve ondan
sonra aşkla İstanbul’un harmanlandığı kitaplar art arda
boy vermeye başlar; önce Atilla Birkiye’nin içinde, sonra
edebiyat dünyasında. Şiir, düzyazı şiir ve deneme kitapları
birikmeye başlar. Bu yıl sanat ve edebiyat hayatında
kırkıncı yılını tamamlarken, bize de Melankolik Fırtına’yı
armağan ediyor Birkiye.
|
|
|
|
Sayfa: |
Gerçek denilen şeyin algılarımızın bir oyunu olduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız dünyanın kendisi perdelenmiş bir gerçeklik. Efsanelerin, gerçeklik denen perdenin arkasını bize hatırlatmaya çalıştığını düşünüyorum. |
|
|
|
Sayfa: |
Kadınlık hallerine tanıklık, “Kadın ve Pencere” şiirinde çıkıyor karşımıza. Toplumsal yaşamda kadına biçilen rolün beklemek olduğunu, kabuğunu kıramamış kadının edilgenliğini ve her şeye karşın düşlere sığınmasını, eleştirel bakış açısıyla anlatıyor şair: “Kadın hep düşledi, bekledi/ Zaman bedeninden geçti/ Erkendi beklerdi/ Uzun zaman güldü./ Sonra durdu, dursundu./ Kadındı/ Beklerdi,/ Düşlerdi.” |
|
|
|
Sayfa: |
Rilke’nin Genç Bir Kadına Mektuplar’ı (2014)
Lisa Heise’ye yazılmış. Genç bir şaire öğüt veren mektuplarından
farklı; duygu ve hayranlık yüklü. Oysa şaire
verilen öğütlerde şiirin ruhuna giden yolları göstermeye
çalışır Rilke.
|
|
|
|
Sayfa: |
Özellikle ödüllü ya da listelere girmiş kitapları değil, iyi metinleri hedefliyoruz ve yeni olmaları dolayısıyla yayımlayacağımız pek çok metni henüz daha okuruyla karşılaşmamışken, word dosyası olarak okuyup değerlendiriyoruz. David Grossman’ın önümüzdeki aylarda yayımlanacak Man Booker International Ödüllü Bir At Bir Bara Girer’i, kitap dünya çapında ses getirmeden çok önce alındı, keza Tea Obreht’in Orange ödüllü Kaplanın Karısı ya da Colson Whitehead’in geçtiğimiz yıl Pulitzer’den Arthur C. Clarke’a varan pek çok seçkin ödüle layık görülen Yeraltı Demiryolu adlı romanı, henüz özgün dillerinde yayımlanmadan bizim programımıza alınmıştı. Günümüz edebiyatını yayımlıyor, geleceğin seslerini irdeliyoruz. Bugünün insanının yaşam deneyimini de karşılayan ve yansıtan, bazısı ileride klasikler arasında anılacak kitaplar bunlar. Janr belli: Edebiyat. |
|
|
|
|
|
|
|