|
|
MAYIS 2018
|
|
|
|
Sayfa: |
Varlık dergisinin Mart sayısının dosya konusu kentsel ve kültürel dönüşümdü. Kimi güncel gelişmeler ışığında kentin küresel, ulusal ve yerel iktidarın iradesine boyun eğişini tartışmıştık. Nisan sayımızda kentin iktidar üreten mekânlarından çıkıp, iktidarın bakışından tekinsiz addedilen sokaklara odaklanmış, hem sokak sanatına, sokağın sesine ve sanatçısına hem de sokağın eril katılığının eleştirisine yer vermiştik. Mayıs sayımızda da kent ve kültür temasıyla devam ediyoruz, mekânın ve yerelliğin müzikle yeniden inşasına, kimlik kazanmasına odaklanıyoruz. Postmodern çağın kentleri, küreselleşen kültür ile bir yandan dünyaya açılıyor. Diğer yandan aynı açılım, kendi kültürü üstüne kapanma dalgası yaratıyor. Bu dosyada bu açılma ve kapanmayı farklı açılardan ele almaya çalıştık. |
|
|
|
Sayfa: |
İstanbul 1990’lı yıllardan bu yana kendi bölgesinde merkez işlevi gören bir
kente yeniden dönüşürken, canlı kültür piyasası sanatçıları da İstanbul’a
çekiyor. Küresel kent İstanbul, sadece sınırsız ve sorumsuz şekilde küreyi
kateden sermayenin değil, daha iyi yaşamak isteyen sanatçıların da ilgiyle
izlediği bir kent.
|
|
|
|
Sayfa: |
Yerli ve milli diye tabir edilen bakış açısı kenti ve kültürünü
homojenleştirmeye ant içmiştir. Ancak kentin, hele İstanbul’un saklı
hisleri, sokak araları, iktidarın gözünün erişmediği, elinin uzanmadığı
yerler oldukça, ki vardır, türdeşleştirme bir iktidar arzusu olarak tatminsiz
kalacaktır. İstanbul bunu yapabilir. Alternatif o kadar çok mekân ve his
yaratır ki, iktidarın güncel istenci tarihin ve geçmişin çok katmanlı şen
istencinin gerisinden ilerlemeye mahkûmdur.
|
|
|
|
Sayfa: |
Müzikal süreçler, toplum tarafından
şekillenir ve toplumun
değerlerinin bir yansıması olarak
vuku bulur. Sokağın müziği de
icracının eklemlendiği mekânın
kültüründen, seslerinden, ezgilerinden,
enstrümanlarından doğaçlanan
çeşitli öğelerle şekillenir. Sokak
sanatçısının performansı, dinleyenin
beğenisini kazandığı takdirde
var olmaya devam eder, aksi
takdirde doğal seleksiyona uğrar.
|
|
|
|
Sayfa: |
Kanto 20. yüzyılın ilk popüler
müzik türü olarak kabul edilir;
operet, tango, daha sonraları da
çarliston ve fokstrot kantoyu gölgelemiştir.
Önceleri Arjantin tangolarına
Türkçe sözler yazılır ardından
benzeştirme yoluyla yeni besteler
yapılır. Necip Celal, 1930’lu yıllarının
başarılı bestecisidir; 30’ların
tango kraliçesi ise Seyyan Hanım’dır.
1960’lı ve 70’li yıllarda bir
yandan halkın Batılılaşma arzusunu
simgeleyen pop müzik yeni
kitle iletişim aracı televizyonun da
katkısıyla yükselişe geçerken, diğer
yandan arabesk müzik de kentlere
göç eden köylü kesimin kır ve kent
kültürü arasında yaşadığı bocalamayı
dile getiren büyük bir kitle tarafından
benimsenir.
|
|
|
|
Sayfa: |
Küreselleşme dedikleri süreç aslında herkesin gelişmiş yaşam biçimine
uyum sağlamasından ibaret. Herkesi buna teşvik ediyorlar. Uyum
sağlamayı başarabilen ülkeler var ama başarısızlık daha yaygın. Bu
ülkelere önce geri kalmış ülkeler deniyordu. Sonra gelişmekte olan
ülkeler dendi. Şimdi de güney ülkeleri deniyor. Örneğin biz, 19. yüzyılın
ortalarından beri Tanzimat reformlarıyla başladığımız bu dönüşümü bir
türlü bitiremiyoruz. Olmuyor.
|
|
|
|
Sayfa: |
Hasan Hüseyin’in şiiri, başlangıcından sonuna kadar aşağı yukarı çizgisel
bir gelişim gösteriyor. Oysa Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat gibi şairlerin
şiirlerinin bir yelpaze biçiminde, değişen farklılıklarla, sürekli estetik
arayışlarla geliştiğini görüyoruz. Belki de Hasan Hüseyin’in diğer şairlerden
farklı olarak, sürekli sıcak politik ortamın içinde olması, örneğin milletvekili
adayı olması, onun kendi somut, reel ve güncel toplumsal ortamından şiirsel
duyarlılığını oluşturmasına neden oluyor.
|
|
|
|
Sayfa: |
“Ülkü Tamer’in şiiri” var tabii. Ama sanki Ülkü Tamer, şiir, çocukluk,
doğa deyince, ‘şiirleri’, demek daha iyi olurmuş gibime geliyor. Modern
şiirde doğanın bir parçası olmaya, ve ona en yakını olan bir çocuk duygusu,
suçsuzluğuyla bakmaya, bundan daha iyi örnek gösterilemez çünkü.
|
|
|
|
Sayfa: |
Geçtiğimiz birkaç ay içinde,
Türkiye genelinde açılan çok sayıda
sergiye yukarıda saydığımız her
bir kurum bazında düşünerek baktığımızda,
İzmir’de sürekli sergi
düzenleme konusunda büyük yol
kateden Kendine Ait Bir Oda inisiyatifinde
açılan “Ouroboros” sergisi
ile, İstanbul Yapı Kredi Kültür Sanat
Yayıncılık’ta açılan “Bir Meteliğin
Peşinde” ve Anna Laudel Contemporary
Galeri’de açılan “Evvel
Zaman İşi” sergilerinin, tartıştıkları
meseleler yönünden önemsenmesi
gerektiğini söyleyebiliriz.
|
|
|
|
Sayfa: |
Üniversitelerin çoğalmasına ve yozlaşmasına bağlı olarak, akademide
“performans” ya da edebiyat dünyasında “yer tutma” adına, öğrenci emeği
sömürüsü dahil, metin hırsızlıkları dahil, her tür yolu mübah sayan,
gözü kararmış bir topluluk her alanı doldurma çabasında. Bu nedenledir
ki, ülkemiz dünyada bilimsel ve kültürel araştırmalar konusunda “en
güvenilmez” ülkeler arasında kabul edilmektedir.
|
|
|
|
Sayfa: |
Kapitalist medya nitelikli şairi
şarkı sözü yazarına dönüştürme
başarısı gösteremedi bir türlü. Şair
direndi, ama anlaşılan Ataol Behramoğlu
öyle düşünmüyor. Şarkı
sözü yazarı Aysel Gürel’i, “Türkiye’nin
Sappho’su” olarak ilan
ediveriyor. Aslına bakılırsa sayın
Behramoğlu’nun bu tavrı beni hiç
şaşırtmadı.
|
|
|
|
Sayfa: |
Postmodern metinler; nasıl
kurgulandığını anlatan, kendini
yansıtan, oyunsuluğun, ironinin
ön plana çıktığı, kurmaca ile
gerçek arasındaki sınırların muğlaklaştırıldığı
anlatılardır. Birçok
olası anlam içinde parçalı özneler
yaratan, kurgunun kelimelerle
oluştuğunu vurgulayan bu yeni
metinler birikimli ve üretken okurlar
gerektirir. Okur, her şeyin yazar
tarafından çözümlenip verildiği
bir romanla değil işaret edilen
anlamları birikimi sayesinde üretebileceği
metinlerarası bir evrende
yol alır.
|
|
|
|
Sayfa: |
Türkçede ‘modern’ sözcüğünün
fetiş sözcüklerden biri olduğunu
söyleyebiliriz; modern kıyafet,
modern bina, modern sunum…
gibi kullanımların hepsinde ‘olumlu’
bir anlam kazanmıştır. N. Berkes’in
“Türkiye’de Çağdaşlaşma”
derken ‘kötüden iyiye gidiş’ sürecini
ima eder. (Modern’nin İslamcı
terminolojide olumsuz bir içerik
taşıdığını da belirtelim!)
|
|
|
|
Sayfa: |
Bu yazıda, kamusal’ı, sözün
ötekine –tüm şahsiliği ile–
özgürce açılıp salındığı, eşitlik ve
barış talebi ile örülü bir alan olarak
tahayyül ve tasavvur eden, anılan
alana ‘Kur’an’dan hareketle
yolunu çıkarmaya özenen mütedeyyin
bir yazarın yolculuğundan
bahsetmek; ve dolayısıyla, –‘uhrevi’
olandan ‘dünyevi’ olana doğru–
demokrasi menziline yol alışın doğasını
anlayıp paylaşmak istiyorum
sizinle.
İslamda Savaş Bitmiştir isimli
bir kitabı1 yayımlanan ve kitabını
okuduktan sonra dönüp Tanıl
Bora ile söyleşisini yeniden okuduğum
Mücahit Bilici’nin yolculuğunu
–benzer bir yolculuğu yüzyıllar
öncesinde yapmış Spinoza’nınki
ile de buluşturarak– ana uğrakları
ile anlamaya çalışalım.
|
|
|
|
Sayfa: |
John Steinbeck, 5 veya 6 Aralık
1960 günü, 17 yıldır yaşadığı evine
döndüğünü zannederken kaybolmuştur;
kırsal Amerika’nın en
büyük romancısı yine bir kentte ne
tarafa gideceğini bilemeden kalakalmıştır.
|
|
|
|
Sayfa: |
Sembolizmin temsilcilerinden
Perulu şair José Maria Eguren,
1874 yılında Lima’da doğdu.
Hastalıklara açık, zayıf bünyesi
eğitimini tamamlamasına izin vermedi.
Dünya klasiklerini okuyarak
kendini yetiştirdi. 1897 yılında,
23 yaşında, anne ve babasını kaybedince
Lima’nın kırsal bir bölgesi
olan Barranco’ya taşındı. Burada
hayatını iki ablasıyla paylaştı ve
düşlerle dolu dünyasına 1942 yılında,
birkaç yıl önce geri dönmüş olduğu
Lima’da veda etti.
|
|
|
|
Sayfa: |
Varlıkların tutunduğu anlamı uzun uzadıya anlatmadan onlara ‘ad’
olan sözcüklerin sesinin peşine takılmak, bizden önce yazılmış şiirlere yeni
anlamlar taşıyor. Sözcük dağarcığının zengin olması, şiir yazma çabası
içinde olana şüphesiz kolaylık sağlar. Sözcükler kimi zaman bizi gezdirir,
farklı zaman ve mekânlarda dolaşmamızı sağlar. Sözgelimi ‘gemi su
almaya başladı’ ifadesinde ‘gemi’nin peşine takılıp sözcüklerin derin suyuna
inebilirsiniz.
|
|
|
|
Sayfa: |
Bir de serbest dolaylı anlatım
var. Psiko-anlatı olarak da adlandırılır.
Bu teknik şimdiki zamanda
karakterin zihninden geçenleri
ben veya bilinçakışı yerine, görünmeyen
bir o veya dış öyküsel anlatıcı
tarafından aktarır. Karakterin iç
sesi ile anlatıcının sesi iç içe geçer.
Burada önemli olan gösteren değil,
sadece gösterilenin bilincinin,
onun cümleleriyle yansıtılmasıdır.
|
|
|
|
Sayfa: |
Bu kitap “kişisel şiir tarihi” olarak
sunulmuş olsa da, elli yıla yaklaşan
bir zaman dilimine bakılarak
“edebiyat tarihi” olarak okunabilir.
|
|
|
|
Sayfa: |
Kadim zamanlardan beri insanoğlunun süreç içinde
çözmek yerine daha da karmaşık hale getirdiği konuların
ikisi; kadın-erkek arasındaki ilişki ile insan-doğa arasındaki
ilişkidir. Neslihan Önderoğlu romanı Yeryüzü Yorgunları
boyunca bu iki kuyuya taş atıp, suyu halkalandırıyor. İki
izleğin hikâye boyunca paralel ilerlediği romanda; yaşamın
üzerlerine yüklediği ağır yükün altında ezilip yok olmak
üzere olan bir çiftin, kendini arındırma ve yeniden inşa etme
girişimini doğaya sığınarak gerçekleştirmeye çalıştığını
görüyoruz.
|
|
|
|
Sayfa: |
Biz hep çocukluğumuzdan konuşuruz, ana kaynağımız
da ana yurdumuz da odur. Doğal olarak benim bütün edebiyat
serüvenimde sararmış ovaların, ırmak kenarlarının,
karlı yamaçların ayrıcalıklı bir yeri vardır. Ama ben aynı
zamanda ilk gençliğimden bu yana şehirlerde yaşıyorum,
ömrümün yarıya yakını da İstanbul’da geçti. Kaos her
zaman da kötü değildir ve onu kolaycılık yaparak güzel
kırların karşısına yerleştirmek gibi bir hataya düşmemek
gerekir. Hatta bizi kırlara ve çiçeklere çağıran insanları anlayamıyorum
artık; gerçekten ne demek istiyorlar!
|
|
|
|
Sayfa: |
Gülpınar’ın Kira Kuşları şiir kitabı 4 bölümden oluşuyor:
“Yaz Hançerlendi, Yaza Geç Kalmış Bülbül, Uygarlık
Bıkkınlığı ve Tarkovski İçin Üç Şiir.” Genel olarak 2010
sonrası kendini toplumdan soyutlayan, acılara sırtını dönen,
ölümlerden çok kendi varoluşunu sorgulayan şiirlerin
tam karşısında aslında Gülpınar’ın şiiri. Yine günümüz
şiirinde görülen imge salatasından kendi şiirini kurtarmışa
benziyor şair. Gülpınar, sırtını topluma dayamış, gücünü
ve kalemini geldiği topraklardan almış.
|
|
|
|
Sayfa: |
İnsanın yaşadığı her çağda, ölümü hiçbir zaman aklına
getirmeden saçma sapan bir karmaşa ve hırs çemberi
içinde yaşayıp gittiği duygusu var. Diğer yandan, ben
de dahil olmak üzere, yaşadığımız coğrafyada başımıza
gelenlerden ders almama gibi tuhaf bir özelliğe sahibiz.
Siyasi basiretsizlik, kimi insanların duyarlılık noktalarının
garipliği gibi şeyler de ayrı mesele. Bütün bunlar olurken,
ya kalıp bunlarla ölümüne mücadele etmeyi seçeceğiz ya
da kendi kuytumuza biraz daha çekilip üzülmeye ve bu
esnada da akıl sağlığımızı korumaya çalışacağız. Ben işin
kötüsü, ikinciye daha meyilliyim. Doğru bir şey değil, ama
bir noktadan sonra şair-özne şuna dönüşüyor: Kendi kabuğuna
(veya tercihen fildişi kuleye) çekilmiş, etrafında
olan bitene, insanın gidişatına bakarak kederlenen ve bu
kederlenmeye kendi ontolojik meselelerini iyice yedirerek
şiir söyleyen bir garip âdem.
|
|
|
|
Sayfa: |
Melih Cevdet Anday, şiiri “duyduğunu”,
hatta “gördüğünü” yazmıştı. “dokunuyorum ona sanki” de
diyordu. “yıllardır yapıyorum da, ama onunla her karşılaşmamızda
bir şaşkınlığa dü
şüyorum. Bütün tarihte, bütün
dünyada şiir var, ama onun ne olduğunu bir bilen yok.”
Sere Serpe’de de öyle oldu “döküm”de değindiğim gibi.
Bütün bir gün, bütün bir gece, bütün bir yaz, bütün bir kış,
bütün bir yıl, bütün bir ömür... (ve kendimi bildim bileli)
şiirle yaşadım ama onun ne olduğunu hâlâ öğrenemedim,
bilmiyorum.
|
|
|
|
Sayfa: |
Ticareti bilmiyorum, aslında bilmeyi de pek
istemiyorum. Aksi olsaydı bu konuda da
kitaplar basmış olurdum. Temel sorun sanırım
yayıncılığı bir iş değil bir yaşam biçimi olarak
kabul etmiş olmam.
|
|
|
|
|
|
|
|