|
|
MART 2018
|
|
|
|
Sayfa: |
Bu ay Varlık dosyasını kentleşme
konusuna ayırdık. Gerçeğin
sonundan, sanatın sonundan
söz ederek başladığımız sonlar
hikâyemiz bu kez de sanayi sonrası
kent ya da post-modern kent tartışmasıyla
sürüyor.
|
|
|
|
Sayfa: |
Günümüzde kentler dönüşürken
geleneksel sosyallik alanları
kent mekânında varlığını yeniden
ve daha da aktif bir şekilde sürdürüyor.
Bugünün kentleri üzerine
en fazla tartışmayı hak eden bir
gelişmedir bu. Gönüllü getto yerelliğin
ister dönüştürülmesine isterse
de muhafaza edilmesine yönelik
olsun kent politikalarında
bir kenara koyulması şöyle dursun,
hesaba katılması zorunlu bir
olgudur.
|
|
|
|
Sayfa: |
Bu paranteze almada Yeni Türkiye’nin
mimari açıdan da kendisini
olumlaması ve dayatması için
Ankara’nın seküler bir başkent olma
özelliğinin AK Saray gibi binalarla
yerinden edilmeye çalışılması
ve bu süreçte Osmanlı ve Selçuklu
geçmişinin yeniden okunması girişimlerine
tanık oluyoruz. Örneğin
Çamlıca Camii; yeni bir alışveriş
merkezi ya da kongre salonları inşa
etmek ve bunları mimaride yeniden
inşa edilmiş, yani kurgulanmış,
tarihte var olmamış bir
Osmanlı mimarisi arayışıyla yapmak,
AKP’nin kültürel ve tarihsel
mirasa yaklaşımını açık bir şekilde
somutlaştırmaktadır.
|
|
|
|
Sayfa: |
Melih Gökçek’in görevi sırasında
gitmediği ülke, görmediği
önemli kent kalmamış olmasına
rağmen, çağdaş kentin ne olduğunu
anladığı kuşkuludur. Tuhaf bir
kent algısına sahiptir. Kent insanların
yaşadığı mekânlardan çok onların
otomobillerinin park edildiği
alanlardır.
|
|
|
|
Sayfa: |
Eskişehir’in 2000’li yıllarda yenilenmeye girişilen yüzü, insanların
değişen zamanda mekânla olan ilişkilenmesinin de değişimi anlamına
gelir. 1980’lerden günümüze damgasını vuran küreselleşme ve neoliberal
politikalar mikro ölçekte, yani orta ölçekli bir Anadolu kentinde de
kendini hissettirmektedir; zincir mağazalar, gezginlerden ilham alan
bar-restoranlar, modernize edilen meyhaneler, temalı barlar, alışveriş
mekânları, rezidanslar, bankalar, kısacası yeni tüketim araçları gündelik
hayatı doldurmaya başlamıştır.
|
|
|
|
Sayfa: |
Adana’da şehirleşme pamuk
üretimiyle iç içe geçerek şekillenir.
Amerikan İç Savaşı nedeniyle
hammadde sıkıntısı çeken Büyük
Britanya sanayisine, pamuk üretebilecek
alanlardan biri olarak belirlenir
Çukurova Bölgesi. Pamuk
üretiminin gerektirdiği işgücü ihtiyacıyla
birlikte bölgedeki yerleşim
politikası köklü bir şekilde değişir
ve şehirleşme başlar.
|
|
|
|
Sayfa: |
Kentsel dönüşüm, halk parkları, alışveriş merkezleri, depreme dayanıklı
yüksek katlı konutlar, kentin en ücra köşelerine giden ulaşım yolları, temiz,
düzenli bir çevre düzenlemesiyle pembe bir tablo oluştururken, perde
arkasında yaşanansa her yerden pıtrak gibi çıkan inşaat projeleri ve emlak
piyasasındaki patlamaydı.
|
|
|
|
Sayfa: |
Sinemanın özünde en başta şiir var
bence. Hem imgelem, hem de kurgu
yapısıyla şiir ve sinema akrabadır.
|
|
|
|
Sayfa: |
Oğuz Atay’ın kahramanlarında bizi güldüren şey, onlara sevimli bir delilik
atfetmemizdir. Kendi potansiyellerimizin yansımasını izlememizdir, emeksiz
ve bedelsiz olarak. Seyirci/okuyucu/izleyici olmanın korunaklı uzaklığıyla.
En çok peşine düştüğümüz, en çok arzuladığımız şey olsa da özgürlük; en
çok korktuğumuz ve kaçtığımız şey hâlâ. Çünkü gerçek özgürlük, karşılığını
sadece kusursuz bir delilikte bulabiliyor.
|
|
|
|
Sayfa: |
Enver Ercan, Yaşar Nabi Nayır’ın
mirasını belki de en doğru
anlayan isimdi ve edebiyatı bir “hareket”
olarak düşünüyordu, kültürel,
siyasi, nasıl derseniz deyin bir
hareket işte. Metni kâğıda sabitlenmiş
bir şey olarak düşünmekten
hoşlanmazdı. Dergiler de ansiklopedi
gibi rafta durmamalı, hayata
karışmalıydı. Onun TYS başkanlığını,
düzenlediği etkinlikleri,
çeşitli kültürel oluşumlara verdiği
desteği hep bu bağlamda değerlendirmek
gerekir. Edebiyatı güncel
siyasi/toplumsal gelişmelerden ayrı
düşünmez, Türkiye’de ve dünyada
her ne oluyorsa Varlık dergisi herkesten
önce edebiyatçıların sözünü
halka duyursun isterdi.
|
|
|
|
Sayfa: |
Enver Ercan, hayat oyununda bir risk-sever
gibi görünürdü. Ancak kuralları
vardı: Örneğin, bir risk ancak
onunla eğlenilebilecekse alınacak.
Ya da tehlikelerle eğlenilecek sıkılığa
erişmeden oyuna girilmeyecek.
Eğlence yoksa risk de yok… Öykü
hep mutlu bitecek, ya da mutlu biteceğine
inanılan öykülere girilecek.
Tadını çıkarmak, onun temel
prensibidir, sarkazmınsa bedenlenmiş
hali olsa gerektir. Herkesin bildiği
üzere, gülmek korkuları dağıtır.
Öyleyse her şeye gülebiliriz.
Bu Varlık’ın da ruhuydu, orada her
şeyle eğlenebilirdik, eğlenmenin
kendisi ve stresin kalın boynuyla
bile…
|
|
|
|
Sayfa: |
Şair olarak Enver Ercan, gerektiği
kadar şiir yazdı. Gerekmedikçe
yazmadı. Şiiri çoğaltmadı, fazla
uzatmadı, sulandırmadı. Sürçüyor
Zaman (1988) kitabındaki bir şiirinde
sorduğu gibi, “Hangi
şair unutulmaz?/ –Bir
kez hatırlanan” şair oldu.
Öyle yaşadı ve öyle
unutulmaz oldu. Hiç
büyüklenmedi. Başkalarına
alan açmanın, yer
göstermenin ve olanak
sunmanın da şiire dair
olduğunu hissetti bence.
|
|
|
|
Sayfa: |
Bir müstesna yayıncıydı: Kaprisleri
bitmez tükenmez şair ve yazarların
‘takıntı’larını, ‘empoze’lerini,
‘tafra’larını ustaca geçiştirerek
farklı eğilimlere yer verebilen, ama
bunu yaparken ‘harcıâlem’e ödün
vermeyen, ‘nitelikli’ ile hızla ‘zımnen’
anlaşıveren, grafik ve baskı
konusunda özeni işinin doğal
uzantısı sayan bir yayıncılık anlayışı
vardı. Gösterdiği süreklilik, bu
alandaki başarısının kanıtıdır.
|
|
|
|
Sayfa: |
Varlık bürosunda da masan yazılarla,
mektuplarla doluydu. Bu
kadar yazı ve şiiri okumak, onlardan
dergiye girecekleri seçmek bir
sabır ve duyarlık işiydi. Hem dergiyi
hem yazarı/şairi düşünüp seçme
yapmak kolay değildi. Okuru da
düşünmek zorundaydın. Öyle ya
herhangi bir dergi değildi, yönettiğin,
edebiyatımızın amiral gemisi
Varlık’tı. O nedenle sorumluluk
büyüktü ve sen onu sağlam omuzlarında
taşıdın. Yaşar Nabi’nin diktiği
fidanın koca çınar oluşuna katkıda
bulundun.
|
|
|
|
Sayfa: |
Gülten Akın’ın “evrensel” döneminde, özellikle son dört kitabına kadar
vazgeçmediği geleneksel poetik anlayışını aştığını görüyoruz. Büyük olasılıkla
destan, türkü, ağıt gibi sözlü kültürün edebiyat formlarının, yazılı kültüre
özgü içerikleri karşılamakta yetersiz kaldığını kabul etmiş olmalı.
|
|
|
|
Sayfa: |
Altmış yaşındadır, tanınan bir
yazardır, ölüm ırmağının ötesine
geçmiştir, ama yaşam boyu bilinçaltından
suyüzüne çıkan küçük
bir söz, çocukluğunda farkına varsa
da önem vermediği bir bakış, bir
gülüş, günlerini gecelerini cehenneme
çevirmektedir. Yerin yedi kat
dibinde Hades’te sıkışıp kalmıştır.
Hadesten kurtulmanın tek yolu
kayıkçıya bedel ödeyerek, kurtulmaktır.
Michel del Castillo’nun
ödeyeceği bedel “yazmak”tır.
|
|
|
|
Sayfa: |
Modern sonrası çağda, modern
insanın (“Tanrı öldü!”) ile düştüğü
‘aporia’ dipsizleşmiş; önünde,
“Bataille’ın ifadesiyle, ‘korkunç,
baş döndürücü, neredeyse katlanılamaz
bir boşluk’ açılmıştır”.
|
|
|
|
Sayfa: |
Bir edebiyat dergisine yıllar sonra bakanlar, o derginin tavrını, duruşunu,
nasıl bir boşluk doldurup hangi tekliflerde bulunduğunu, yayımladığı
şiirler üzerinden anlamaya çalışır. Hafızası şiirli olan bu topraklarda
edebiyatın herhangi bir türünde ortaya konan ürünlerin sağlaması da şiirle
alınmaktadır.
|
|
|
|
Sayfa: |
Samimi, dürüst, neşeli, en önemlisi de gösterişten uzak, mütevazıydı. Klasik
deyimle herkesin gönlünde taht kurdu. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz
sevgili Enver Ercan’ı daima gülen yüzü, sevecen tavrı, nüktedanlığıyla
hatırlayacağım. Şiirleri yol arkadaşım olmaya devam edecek.
|
|
|
|
Sayfa: |
Arzularımızla korkularımızın sürekli
olarak birbiriyle savaştığı dinamik
bir süreç hayat dediğimiz. Edebiyat
ve sanat bu süreçten doğuyor.
|
|
|
|
Sayfa: |
Feminist yazında genellikle “dalgalar” olarak tanımlanan
feminist mücadelenin aşamalarının çeşitli kaynaklarda
farklı yaklaşımlarla ele alındığı görülür. On dokuzuncu yüzyılın
ikinci yarısında başlatılan mücadeleyi feminist hareketin
birinci dalgası, yirminci yüzyılın ikinci yarısında kadınların
özgül sorunlarına odaklanılarak yürütülen mücadeleyi
feminist hareketin ikinci dalgası olarak belirleyen yaklaşım
daha çok karşımıza çıkarken, örneğin Donovan, üçüncü
ve dördüncü dalgaların dile getirilmeye başladığından
söz eder. Kristeva da feminist mücadeleyi üç aşamada ele
alır.
|
|
|
|
Sayfa: |
Abdülhamit deyince edebiyatımızdan kimi örnekler
hemen akla gelir: Nahit Sırrı Örik’in Abdülhamit Düşerken’inde,
Abdülhamit romana adını vermişse de şöyle bir
görünüp geçer; özenle çizilmiş bir portredir karşımızda bir
görünüp bir kaybolan. Ahmet Altan’ın Kılıç Yarası’nda ise
tamamen tek yanlı bir kişilik buluruz; elbette otuz üç yıl
hüküm sürmüş kadir-i mutlak bir hükümdar, Ahmet Altan’ın
kaleminin çizdiği evcil sevimlilikten ibaret olamaz.
Şefik Onat’ın yapıtının hakkını teslim edelim; Abdülhamit’i
kurnazlığı ve deneyimliliğiyle, cesareti ve korkaklığıyla,
sağduyusu ve hastalık derecesindeki kuşkularıyla, kıvrak
zekâsı ve dünyanın gidişinin değiştiğini kabul etmemekte
direnen gelenekçiliğiyle, yani tüm çelişkileriyle yaratmıştır
yazar; bu açıdan yapıtı roman adını hak eder.
|
|
|
|
Sayfa: |
Kansızlık’ta biçim yönünden
kendimi keşfetmeye çalışıyordum. Taş Kayık’la birlikte karakterlerimin
düşüncelerini yazdıklarımın ana boyutu haline
getirmeye çabaladım; ama bunu mesela bilinçakışı gibi
bir yöntemle değil, anlatırken imgelere daha yoğun başvurarak,
hayal gücünü daha yoğun kullanarak yapmaya
çalıştım. Başkalarının Buradaları her iki kitabın da tonlarını
taşıyan bir çeşit tekinsizlik öyküsü.
|
|
|
|
Sayfa: |
Cambaz’daki öykülerde, beş duyu organından –özellikle
ikisi– ‘görmek’ ve ‘işitmek’ öne çıkıyor. Kimi zaman
gördüğünü işittiğiyle birleştiren, biz fark etmesek de ‘kurmaca’
unsurlarını eriterek gerçekliğe katan bir ifade gücü
karşılıyor bizleri. Tasvirler, öykünün geçtiği zemini görünür
kılıyor; ruhî portreler ise bir tanıdığımızı yakına getiriyor.
|
|
|
|
Sayfa: |
Bazı romanları, dile getirdiği yeni soluklar için, yeni
kelimelerin sihri için, cümlelerin katmanlı etkisinden çıkmadığımız
için okuruz. Bazılarını da kurgu sağlam ve boşluksuz
olduğu için okuruz. Fakat zengin bir dil ve iyi kurgulanmış
olayların/ konuların bir arada olduğu romanlara sık
rastlamayız.
|
|
|
|
Sayfa: |
Amerikan edebiyatının kilometre taşlarından biri olan
Walden Gölü, Henry David Thoreau’nun 2 yıl boyunca,
toplumdan uzak ve kendine yetecek kadar yaşamasını konu
alırken, bir yandan da doğa, toplum, sosyoloji, siyaset
ve felsefe gibi konulara da önemle değiniyor.
|
|
|
|
Sayfa: |
Ne diyor Nâzım? “Ne binecek sırma palanlı bir
atım,/ ne bilmem nereden gelirâtım,/ ne mülküm, ne malım
var./ Sade bir çanak balım var.” Nâzım, “mülkü”nü ve
“mal”ını “yâni bir çanak bal”ını korur “haşarattan” (Şiirime
Dair). O, “haşarat” lar onu susturmak için çok uğraştılar,
kendileri sustular ama o söylemeyi, yazmayı hep sürdürdü,
her koşulda. Yüreğine halkını sığdırmış bir şairin bu
sözlerini kim unutabilir?
|
|
|
|
|
|
|
|