|
|
NİSAN 2017
|
|
|
|
Sayfa: |
Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar ya, zamanı şekillendirebilir, zaman üzerinde hâkimiyet kurar… Bu Mart ayında Türkiye coğrafyasında saatler ileri alınmadı, çünkü altı ay önce geri alınmamıştı. Bir süredir aydınlık bir sabaha uyanamayınca, bu dosya için, zaman algısı üzerinde nasıl tahakküm kurulduğuna ve bunun günlük hayatımızdaki etkilerine farklı örnekler hazırlamak istedik. |
|
|
|
Sayfa: |
“Bazı Zamanlar Üzerinde Egemenlik” metniyle Can Kurban, endüstriyel çağa geçiş sırasında zaman algısında yaşanan değişimi, kavramsal algılanan bir olgunun nesnel bir tekliğe dönüşümünü özetliyor. Kurban, iş disiplini ve zaman verimliliği anlayışını da beraber getirerek boş zamanımızı dahi işgal eden bu dönüşümün günümüzün üretim şekilleriyle uyuşmadığı için üzerimizdeki egemenlik alanını daha da genişlettiğini anlatıyor. |
|
|
|
Sayfa: |
Endüstriyel devrimin bıraktığı yerden, Orhan Şener, enformasyon çağına geçerek; internet, web ve sosyal medya devrimlerinin zaman ile olan ilişkimizi nasıl etkilediğini Facebook ve Twitter kullanıcı deneyimleri üzerinden geliştirdiği teorik bakış açısıyla özetliyor. |
|
|
|
Sayfa: |
Enformasyon toplumunda daha da hızlanan zamana hâkim olmaya çalışmanın yarattığı koşuşturmacanın içerisinde kendisine huzurlu ve sakin bir dilim arayan Şule Kulein, zaman algımızı değiştiren etkenlerden bahsediyor ve Schrödinger’in kedisini kapattığı kutuyu aralayarak bize bir zamansal paradoks sunuyor. |
|
|
|
Sayfa: |
Merve Kurt’un “Zamanı Kurgulamak” başlıklı yazısı, zamanı yönetme ihtiyacının takvim düzenlemeleriyle somutlaştığı masum örneklerden ilerleyerek 1984 romanındaki kötücül hikâyeye değinip bizi zaman ve insanın varoluş ilişkisi üzerine düşündüren video sanatçısı Ali Kazma’nın “Zamancı” sergisine kısa bir ziyarette bulunuyor. |
|
|
|
Sayfa: |
Türkiye’de Halide Edip’e ilişkin üzerinde mutabık kalınan temel görüş onun “liberal” bir entelektüel ve yazar olduğudur. Ancak Halide Edip’in Ağustos 1911’de kurulan Türk Yurdu Cemiyeti’ne bağlı Türk Yurdu dergisindeki muhtelif yazıları, Türk milli kimliğinin kurucu vasıflarından olan Öteki inşasına ve Batı nefretine çarpıcı örnekler sunar. Turan ülküsüne bağlandığı bu dönemindeki yazılarında Türklüğü bir etnisite ve ırk olarak ele alan, Batı’yı Türklüğün “mutlak öteki”si ve düşmanı olarak değerlendiren yaklaşımı; Halide Edip’in Türkiye’de “liberal” bir aydın olarak çizilen profilinin de sorgulanması bakımından önemlidir. |
|
|
|
Sayfa: |
Edebiyat muhitinde vaktiyle “üstat” olarak anılan Ercüment Ekrem Talû’nun bugün yalnızca iki kitabı (Şehzade Yusuf İzzeddin Öldürüldü mü? İntihar mı Etti? ve Geçmiş Za¬man Olur ki…) dolaşımda… Üstelik ilki bir derleme (kitapta, gazeteci Ziya Şakir [Gâvur Mehmet’in yazarı aynı zamanda] ile Talû’nun yazıları mukayeseli olarak yan yana getirilmiş; Talû şehzadenin intihar ettiğini söylerken, Ziya Şakir bir suikasta kurban gittiği iddiasında), ikincisi ise bir anılar toplamı, bizzat tamamlayamadığı… Başka bir deyişle, babasının (Recaizâde Mahmut Ekrem; Araba Sevdası’nın yazarı) bütün eserlerinden kazanmış olduğu paranın yekûnundan fazlasını tek bir eserle temin etmiş edibin yaşamöyküsünde mühim bir yeri olmayan karalamaları, zamanın eleğinden geçip konmuş tezgâha – ne hazin! |
|
|
|
Sayfa: |
Zarif bir teşrih örneğidir Milan Kundera’nın “Yavaşlık”ı. Üstelik, anlatı zamanından iki yüz yıl kadar önce aynı şatoya Paris’ten çıktıkları yolculukla (“Arabanın devinimlerine uygun olarak sallanan iki vücut birbirine dokunuyor, önce rastlantıyla, sonra bile bile ve oluyor olacak olan…”) romana katılıp anlatıcının hayal dünyasında canlanaduran Madame de T. ve genç Şövalye’nin maceraları da dahildir anılan zarafete. |
|
|
|
Sayfa: |
Cemal Süreya da çok severdi Doğan Bey’i; tanığıyım. “Papyonunda 23 Nisan neşesi” sözünü sevmeden kimse kimseye söylemez zaten. Bence Doğan Bey hakkında en fiyakalı yazıyı da o yazmıştır. |
|
|
|
Sayfa: |
Neyse zaten Doğan Hızlan Bizanslı değil ki, Giritli. Ben ne diye Bizans’tan söz edip duruyorum ki durmadan! Belki Babıâli sebebiyledir. İstanbul’daki son Bizans kalıntısı filan derlerdi eskiden Babıâli’ye, şükür gazeteler, pek çok yayıncı, dergi filan taşındı da, Bizans Mizans kalmadı ortada! Özellikle edebiyatçılar pek meraklıdır bu ‘Bizans oyunu’ deyimini kullanmaya. |
|
|
|
Sayfa: |
Eleştirdiğim yanı şudur: Her şeye, herkese mesafe koysa da; kitaba ve yazıcısına, güncelin çağrısına koyamaz. |
|
|
|
Sayfa: |
Onunla söyleşiler yapıldı, nehir söyleşi olarak kitap hazırlandı. Bunlar, birikimin fark edilmesi açısından önemli kaynaklar. Ama benim Doğan Hızlan’a hâlâ sormak istediğim çok soru var. Çünkü Doğan Hızlan, 1950’lerden bu yana gelen modern Türk edebiyatının hafızasıdır. |
|
|
|
Sayfa: |
Doğan Hızlan’ın diğer kimi eleştirmenlerde gizli ya da açık bir biçimde rastladığımız gibi eleştiride kendi görüşü ve ideolojik yargılarını bir değer olarak dayatma, ileri sürdüğü görüşü körü körüne savunma gibi tutumlara rastlanmaz. |
|
|
|
Sayfa: |
Doğan Hızlan’ın köşe yazılarının ayırt edici birtakım özellikleri vardır: Her konuda yazmaz o; konu alanları sınırlıdır. Çokluk edebiyat, kültür, sanat vd. ile sınırlıdır; siyasal, ekonomik, teknik vd konularda yazdığına pek rastlayamazsınız… |
|
|
|
Sayfa: |
“Salâh çok iyi Fransızca bilirdi,” diyor Jale Birsel. “Fransızca dergi ve kitaplar okurdu. Çok iyi de konuşurdu ama konuşacak kimse bulamazdı. Evlendikten bir süre sonra Paris’e gittik. Orada herkes onun Fransız olduğunu zannetti. Bir keresinde İtalya’da onun İtalyanlarla konuştuğunu gördüm. ‘Sen İtalyanca biliyor muydun?’ diye sorduğumda. ‘Yazıldığı gibi okunuyor,’ dedi.” |
|
|
|
Sayfa: |
Batı’dan aldığımız romanın bizdeki tarihî gelişimi iki koldan olur. Ahmet Mithat Efendi gibi popüler roman yazanlar ya da Namık Kemal’in edebî roman geleneğini devam ettirenler. Tabii o dönemde sınırlar Servet-i Fünûn dönemi kadar keskin değildir. İki taraf da bağını gelenekselden kolay kolay kopartamaz. Hüseyin Rahmi ise Ahmet Mithat geleneğinin devam ettiricisi olarak görülür. Sanata bakış açısı bakımından aynı çizgide oldukları doğrudur. Ama sanatsal açıdan onun çok ötesine geçer. |
|
|
|
Sayfa: |
İnsanın teknikle baştan çıkması tabii ki yeni değil; yeni iletişim araçlarının olmadığı zamanlarda da pencereden görülmeden görmek pekâlâ mümkündü. Kendi çağımızı tekniği yüzünden haksız yere mahkûm etmiş de olabiliriz. Ama gerçek şu ki bakılandan çok bakanın ilk günahı işlediğini ve bakışının masumiyetini kaybettiğini pekâlâ iddia edebiliriz. |
|
|
|
Sayfa: |
Edebiyatçı kendi mutfağındaki maharetinden sorumludur. Ölçü(süzlük), denge(sizlik) ortadaki ürünün kıvamını, lezzetini, olabilirliğini belirleyecektir. |
|
|
|
Sayfa: |
Bu ay elimizde biriken seçilmiş öykülere daha fazla yer verebilmek için giriş yazısını kısa tuttuğum gibi, geçen ay gönderilen öykülerin de yarısını değerlendirdim. Öyküsü değerlendirilmeyenlerden gönül koymamalarını rica ediyorum. Bir diğer ricam da: Birden fazla öykü göndermemeniz. Gönderdiğiniz her fazla öykü, bir diğer öykü yazarının hakkını çiğniyor kendiliğinden. Kimi öykü yazarlarımız elindeki tüm öyküleri yolluyor; belki seçilme şanslarını artırmak için iyi niyetle yapıyorlar bunu ama inanın, bir haksızlık doğuyor. |
|
|
|
Sayfa: |
Nil Sakman kitabında, cinsiyetçi zihniyetten kaynaklanan “kadın”a ait varoluşsal sorunları tüm yönleriyle öykülemekle kalmıyor, aynı zamanda itaati reddedip, “Mücadele, her gün aynı yoldan yürümeme sanatıdır,” diyerek iktidarın bakış açısıyla başedebilmenin mümkün olduğuna, dolayısıyla bunu bir kader olarak kabul etmemek gerektiğine işaret ediyor. |
|
|
|
Sayfa: |
Eylem Ata Güleç’in ilk öykü kitabı Boşlukta Büyüyen, Notabene Yayınları tarafından yayımlandı. Kimi okurların dergilerde yayımlanan öyküleriyle ve kitap tanıtım yazılarıyla tanıdığı yazarın, ilk öykü kitabı bu. Kitap yedisi kısa, toplam yirmi altı öykü içermekte. Bellekte iz bırakan, insanı derinden etkileyen, dönüp tekrar okuma isteği uyandıran öyküler bunlar. |
|
|
|
Sayfa: |
İnsanı kavrama konusunda hangi noktalara geldiğim sorusunu sık sık soruyordum kendime. Gözyaşı Çeşmesi bir sınav oldu benim için. |
|
|
|
Sayfa: |
Çalışmalarıyla oldukça ilgilendiğim Cenk Gündoğdu’nun erişebildiğim yapıtlarında, şiir dışı türlerde yazılmış da olsalar, kuvvet çizgisi’nin şiirsel olduğunu gördüm ve yeri geldiğinde bunu belirttim; değil mi ki şiir olgusu, yalnızca dizeli yazılarla da, sözel anlatımlarla da sınırlı değildir. Bu açıdan, gerçekleştirdiği yazınsal ve yazın dışı etkinliklerde onun güç kaynağı şiirdir diye düşünüyorum. |
|
|
|
Sayfa: |
Menekşe İstasyonu ve Benim Babam Ömür Adam adlı romanlarında mekân olarak Küçükçekmece Gölü kenarındaki mahalleleri kullanan yazar, bu kez Adana’ya götürüyor bizleri. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Behçet Çelik, Muzaffer İzgü, Ali Püsküllüoğlu gibi yazarlar sayesinde edebiyatımıza süzülen Çukurova’ya özgü kelimeler ve yerler zaman zaman Montsuzlar’da da karşımıza çıkıyor. |
|
|
|
Sayfa: |
Ne güzel başladı İskender Pala’nın kitabı. Milattan önce 549, ne kadar uzun zaman geçmiş üzerinden. Keyhüsrev, Lidya’ya saldırıyor, savaş hazırlıkları, lise yıllarımdan hatırladığım bilge Solon’un Krezüs’le konuşma hikâyesi ne güzel okunuyor. |
|
|
|
Sayfa: |
Bir ânı dahi kanıksanmadan yaşanması gereken, çok kıymetli bir deneyimin içinden geçtiğimizi düşünüyorum. Bir şekilde zihnim arka planda neredeyse dur durak demeden bu deneyimi sorgulamak ve anlamlandırmaya çalışmakla meşgul oluyor, ya da bunu çeşitli nedenlerden dolayı yapamadığı için hayıflanmakla. |
|
|
|
Sayfa: |
Sonuç olarak hızla küreselleşen dünyada hepimiz birbirimize bağımlıyız ve bu karşılıklı bağımlılık yüzünden hiçbirimiz, kendi kaderimizin tek başına efendisi olamayız. Her bireyin yüz yüze geldiği fakat tek başına mücadele edip üstesinden gelemeyeceği görevler vardır. |
|
|
|
Sayfa: |
Mina’yla yapmak istediğim hep birlikte uçuruma bakmak, kaygılanmak. Arzulardan kurtulunca insan özgürleşir mi? sorusuyla başlıyor, melankolinin tedavisini arıyor, Eros-Thanatos devinimini ay tanrıçasının varlığında ortaya koyuyor, kokulara, şaraba, şiire en çok da müziğe akan bir dizi hikâyeyle varoluş hakkında sorular soruyor, akıl yürütüyor. |
|
|
|
Sayfa: |
D.H.Lawrence ve Robert Schumman’ın biyografilerini de yazan, çalışmalarını Nottingham Üniversitesi’nde sürdüren bir profesör olan John Worthen’ın kaleme aldığı Bir Şairin Yaşam Öyküsü: T.S.Eliot kuru akademik dille yazılmış sıradan, klasik bir biyografi değil. Çocukluktan başlayıp yaşamın her evresinin ansiklopedik bilgilerle anlatıldığı basmakalıp bir biyografi hiç değil.
|
|
|
|
Sayfa: |
Sesinin ve duruşunun rengini hiç değiştirmedi Ahmet Telli. Baştaki şiiri neyse daha derinleşerek hep kendisi kaldı. Yüreğini yakan ülke sorunlarını ustaca dizelerine ağdırageldi hep. Çözüm üretmeden, insanın çaresizliğini dirence çevirmesini bildi. Omuz verdi sesi kısılmışlara, işkencede anası ağlatılanlara. Toplumsal baskıya, kısılan özgürlüklere, haksızlıklara direndi şiiri. Yüreğini koydu ortaya, yaşamını da. Sesi yumuşaktır şiirlerinin ama onları kimse eğip bükümemiştir. Omurgalı duruşu hep saygı uyandırmış, şiirini de hep bir adım daha öteye taşımıştır dünyaya bakışındaki kararlı tutumu. |
|
|
|
|
|
|
|